Gözlemlediğimiz olaylarda sürekli olarak birlikte meydana geldiğini gördüğümüz iki olaydan önce gerçekleşenin sonra gerçekleşenin nedeni-varlığa gelmesini sağlayan ilkesi olarak görmek ya da felsefedeki karşılığıyla nedensellik ilkesi, tarih boyunca birçok eleştiriye uğramıştır. Hume’un nedensellik eleştirisi ise geçmişteki bu eleştirilerden kendi kurduğu zihin işleyiş mekanizması bakımından ayrılır: En özet ifadeyle Hume, nedensellik ideası ile onunla ilişkili nesneler arasında zorunlu bağlantı ve güç bulunduğu ideasına karşılık gelecek hiçbir izlenim olmadığını ve dolayısıyla neden-etki arasındaki ilişkinin akıldan değil hayal gücünün kurduğu bir tür inanç ve alışkanlıktan kaynaklandığını ileri sürmüştür. Biz bu yazımızda Hume’un nedensellik eleştirisinin izini sürüyor ve sınırlılıklarını keşfetmeye çalışıyoruz.
Kategori: FELSEFE
İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma-1: Hume’un Zihin Felsefesinin Temelleri
İnsanın anlama yeteneğinin sınırları üzerine derinlemesine düşünceler getiren filozoflardan birisi de 18. yy’da yaşamış David Hume’dur ve onun “İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma” (An Enquiry Concerning Human Understanding) isimli eseri bu konuda yazılmış en önemli kitaplardan biridir. Eseri boyunca Hume, insan aklının sınırlılığına ilişkin çeşitli yönlerden argümanlar getirmiş ve teolojik ve metafizik konuların neredeyse bütününde insan aklının tutarlı ve doğru bir bilgiye ulaşamayacağını vurgulamıştır. İngiliz empirizminin özgün bir üyesi olan Hume, John Locke’dan devraldığı idealar yöntemini eserinin merkezine konumlandırmış, bu yönteme dayanarak nedensellik başta olmak üzere birçok konuda tecrübenin yani deneyimlemenin dışında erişebileceğimiz bir bilginin olmadığını vurgulamıştır. Biz bu yazı serimizde Hume’un tezlerini yukarıda ismi geçen eser üzerinden kritik bir incelemeye tabi tutmaya çalışıyor ve ilk yazımızda Hume’un zihin felsefesinin temelleri olarak görebileceğimiz izlenim ve idea kavramlarını inceliyoruz.
Bilimin Metodunu Nötrleştirme: Nötr Paradigma
Bilimciliği işlediğimiz bir önceki yazımızda metodolojik natüralist paradigmayı terk etmemizin sadece teorik gerekçeleri olmadığını, aynı zamanda başta bilim insanları olmak üzere toplumu getirdiği noktanın, insan düşüncesini tek tipleştiren ve körelten bir vaziyet olduğunu ortaya koymaya çalışmıştık. Seriyi noktaladığımız bu yazımızda ise, öncelikle “paradigma” kavramıyla ne kastettiğimizi açıklıyoruz, sonrasında metodolojik natüralist paradigmanın yerini almasını umduğumuz “nötr paradigmayı” ana hatlarıyla tarif ediyoruz, devamında sözünü ettiğimiz paradigma değişikliğinde aklımıza takılabilecek soruları cevaplandırıyoruz, nihayetinde ise yazı serimizi özetleyerek konuyu noktalamış oluyoruz.
Bilimcilik: Bilime Olan Sevgi ve Güvenin Suistimali
Bilimsel bilginin, özellikle son iki yüzyılda olguların tasvirinde gittikçe dakikleşmesi ve bu tasvirlere dayanarak inşa ettiğimiz teknolojilerin gündelik hayatımıza birçok değer katması, haklı olarak bizlerde bilime karşı sevgi ve güven duygularının oluşmasını sağlamaktadır. Bununla birlikte bilimin kurumsal metodunun (yani bilim camiasının ona olan yaklaşımının-yorumunun) diğer adıyla metodolojik natüralizmin bilimciliği - bilimi, idealde olması gereken noktasından saptırıp gerçeklik araştırmasında tek otoriteymiş gibi sunan ideolojiyi - besleyen bir yönü de bulunmaktadır. Önümüzdeki yazının amacı, bu yönü ortaya çıkarmak ve bilimciliğin yalnızca bazı natüralist bilim insanlarının bilimi ideolojilerine alet etmelerinin ürünü olarak değil aslında genel kabul görmüş bilimsel yorumlama biçiminin doğal bir uzantısı olduğunun anlaşılabilmesine katkı sağlamaktır.
Doğa Yasalarının Kökeni-3: Doğa Yasası Argümanı
Doğa yasalarının nereden geldiği sorusuna cevap aradığımız ve bu soruya verilen cevaplardan mevcut bilimsel paradigmanın, metodolojik natüralizmin, savunmamıza “izin verdiği” yaklaşımları irdelediğimiz yazılarımızın sonuncusunda yasaların evrensel özellikler olarak soyut biçimde evrende var olup soyut olanı yönettiği iddiasında bulunan bilimsel realizmi inceliyoruz. Müteakiben, yasaları yalnızca düzenliliklerin bir ifadesi olarak gören “düzenlikçi” yaklaşımı ele almalıyız; zira başlıkta belirttiğimiz doğa yasası argümanı ancak yasaların kendi başlarına bir varlıklarının olmadığı ve yansıttıkları düzenliliğinin kaynağına inebilmek için doğa üstüne başvurmanın gerektiği farkına varıldıktan sonra anlamlandırılabilecektir.
Doğa Yasalarının Kökeni -2: Yasaların Egemenliği Yaklaşımı
Doğa yasalarının kökeni yahut varoluş bakımından mahiyeti problemine olası üç çözüm getirilebileceğini söylemiş ve bunlardan ilkini, yani “mutlak olasılıkçı yaklaşımı” serinin bir önceki yazısında incelemiştik. Şimdi ise yine serinin nedensellikle alakalı olan 4.yazısında işaret ettiğimiz “varlıkların içkin özelliklere-tabiatlara” sahip oldukları iddiasıyla da ilişkili olan “yasaların egemenliği yaklaşımını” inceliyoruz.
Doğa Yasalarının Kökeni-1: Mutlak Olasılıkçı Yaklaşım
Doğa yasaları hakkında üç temel görüş bulunduğunu ve bunlardan birincisinin bizim “mutlak olasılıkçılık” ismini verdiğimiz yaklaşım olduğunu bir önceki yazımızda belirtmiştik. Bu yazımızda öncelikle söz konusu yaklaşımda doğa yasalarının nasıl tarif edildiğine değineceğiz, sonrasındaysa argümanın dayandığı temel kavramlar olan “şans” ve “denenme” ne kadar mantıklı olduğunu değerlendirmeye çalışacağız.
Doğa Yasalarının Kökeni ve Otonomisi Problemi: Olası 3 Çözüm
Metodolojik natüralizmle ilgili yazı serimizin başlangıcında, söz konusu felsefi düşüncenin nedensel kapalılıkla birlikte doğa yasalarının otonomisini de savunmak durumunda kaldığını belirtmiştik. Doğa yasalarının otonomisi kabul edilmek zorunda kalınıyordu; zira eğer bu yasalar, kendi başlarına (herhangi bir doğa üstü müdahale olmaksızın) iş görebilecek statüde değillerse bu, metodolojik natüralizm savunucularının duymak bile istemeyeceği bir sonuca vardırıyordu: Yasaların doğayı aşkın bir varlık tarafından icra edilip uygulanması ihtimali.
Gerçekliğe Ulaşmada Empirizmin Yeri: Deneye Deneye Nereye Kadar?
Modern bilimin felsefesinin ya da metodolojik natüralizmin felsefi temellerinden birinin empirizm olduğunu, bu felsefi ideolojide herhangi bir önermenin anlamlı ve güvenilir kabul edilebilmesi için deneysel (empirik) bir temelinin olmasının şart koşulduğunu[1] yazı serimizin ilk yazısında belirtmiştik.
Sosyalizm Nedir ve Nasıl Ortaya Çıkmıştır?
Sosyalizm genel itibarı ile ekonomik olarak üretim araçlarının hakimiyetinin toplumlara ait olduğunu savunan ve herhangi egemen bir sınıfın veya zümrenin bu araçlar üzerindeki kesin hakimiyetini, belirleyiciliğini reddeden sosyal ve ekonomik bir doktrindir. Sermayenin yani mevcut ekonomik getirinin ve dağıtımın kamunun, devletin kontrolünde olması gerektiğini dile getirir. Sosyalist bakışa göre bireyler birbirinden izole bir şekilde yaşamaktan ziyade birbirleriyle iş birliği ve paylaşım içinde olmalıdırlar. Bundan ötürü üretilen herhangi bir ürün, mal sosyal bir nitelik taşır. Ürünün üretilmesinde katkı yapan her birey bu ürünün paydaşlarından biridir.