Kitap, Roman, İNCELEMELER

Cesur Yeni Dünya

Bu yazıyı 5 dakikada okuyabilirsiniz.


Kitap Hakkında

O dönemde sosyal hicivci olarak tanınan Aldous Huxley romanı 1931’de İngiltere’de yaşarken kaleme almıştır. Cesur Yeni Dünya (Brave New World), Huxley’nin beşinci romanı ve ilk distopya denemesidir. Romanda, Londra’da 26. yüzyılda ütopik bir dünya devleti kurgulanmış ve bu roman distopya türünün en önemli eserlerinden kabul edilmiştir. 1998 yılında televizyon filmine uyarlanmış. 2020 yılında ise 1 sezon ve 9 bölümden oluşan dizisi çekilmiştir.

Sınırsız kaynakların bulunduğu, insanların standartlaştırıldığı ve en önemlisi herkesin mutlu olduğu ancak aile, kültürel çeşitlilik, sanat, edebiyat ve felsefe gibi değerlerin yok edildiği bu Uygar Dünya Devletinin olduğu eserin adı William Shakespeare’in “Fırtına” adlı oyunundan esinlenerek verilmiştir.

Eserinde özellikle iki ana karakter üzerine odaklanan yazar; genetik ve sosyal özelliklerin tamamen ortadan kaldırılarak insanların duygusuzlaştırıldığı ve bir kast sistemi içerisinde yaşamaya koşullandırıldığı toplum yapısını okurlarına aktarmıştır.

Kitabı incelerken olaylara da değinildiğinden spoiler (tat kaçıran) almak istemiyorsanız kitabı okuduktan sonra sayfamızı ziyaret etmeniz önerilmektedir. Ayrıca yorumlarda katkı da yapabilirsiniz.

Düşünceler

18 bölümden oluşan kitapta en az 18 kez düşünmeye itildim. Başlarda yaşayışları çok güzel, temiz ve masum gözükmüşken bana, mutluluk ve kolaylık için hayattan neler törpülediklerini gördükçe “Bizden kötüleri de varmış.” dedim.

Kitapta beni düşündüren şeylerden biri Uygar Dünyada ne kadar kurallar yasaklar olsa da insanları kendileri yetiştirmiş olsalar da denetçi görevindeki Mustafa Mond (eski adıyla Thomas) bile geçmişten bahsetmeme kuralını bozmuş ve Bernard’a Linda’dan bahsetmişti.

Bernard, Iceland’a gönderilmemek için Mond’u köşeye sıkıştırırken bu sırrı kullanmıştı. Bernard’ın arkasından normalde dalga geçen kişiler ona saygı göstermeye başlamışlardı. Bernard’ın davetini sadece John ile Linda’yı merak ettikleri için kabul etmişlerdi. Bunun gibi örnekler düzenin kurulmasına rağmen çıkarcı ilişkinin yok edilemediğini, bencilce düşüncelerin ve kuyu kazmaların kaldırılamadığını, uzaktan güzel gözüken şeylerin içini bilemeyeceğimizi, teorikte mantıklı olanların pratiğe her zaman uygulanamayacağını göstermişti bana.

Uygar Dünyada insanlar alfa, beta, gama, delta, epsilon olarak büyütülüyorlardı. Alfa ve betalar fikir üretmeyi ve yönetmeyi; gama, delta ve epsilonlar fabrikalarda çalışıp hizmet işlerini görmeyi öğreniyorlardı. Bu durumun yarattığı sorunu Linda, yerli sınırına geçtiğinde başına gelenleri anlatırken çok güzel söylemişti:

“Ben bir betaydım, kimse bana elbiselerimi nasıl onarabileceğimi öğretmedi, hatta ‘eskiyeni at yenisini al, fazla dikiş az servettir’ şartlandırmasıyla büyütüldüm.”

Buraları okurken her şey hakkında az da olsa bilgimizin olmasını, başımıza gelecek farklı bir durumda çözüm için fikir üretebilmemizin ne kadar değerli olduğunu gördüm. Eğer kitaptaki düzen olsaydı kimse tam bir birey olup tek başına yaşayamayacaktı. Ne görevini terk edebilirdi ne de başkasının görev terk etmesini kabul edebilirdi.

Kitabın başka bir kısmında Lenina ile John filme gitmişlerdi. Lenina aşk sahnelerini beğenmiş ancak Uygar Dünya yerlilerinin “Yabani” diye seslendiği John sahneleri “alçakça” bulmuştu. Filmde kahramanın beta kıza karşı duygularının şartlandırmasını yitirmesiyle tehlike oluşturmaya başladığı, ancak şartlandırmasını düzeltince sağlıklı ilişki kurabilecekleri işlenmişti. Uygar Dünya insanı için ayarlanmış bu filmin zihniyetine sahip olan Lenina, aşkı fiziksel olarak görüyor John’un kendisine bakmaya çalışıp bakışlarını çevirmesini, ona okuduğu şiirleri, ona dokunmayışını anlayamıyordu. Kitabın bu kısmında kişilerin iç düşüncelerinin yansıtılmasıyla okuyucunun durumu anlamasının güzel sağlandığını düşünüyorum;

“Hakkında hiçbir şey bilmediği kurallara itaat ediyordu kız. John uçakta sessizce oturuyordu, ahlâki inancına sadık kalarak kıza hiç dokunmadı, onun yüzüne hiç bakmadı. Fakat ona âşık olduğu için titriyordu.”

Lenina John’a süslenip gittiğinde John ona Shakespeare’den şiirleri heyecanla okumuş, şiirlerde Lenina’nın ona yaşattığı duygulara karşılık bularak büyülenmiş ve evlilikten söz etmek istemişti ancak Lenina korkmuştu. Lenina’nın John’a bedenini teslim etmesi ise John’u ondan uzaklaştırmıştı. Kitapta bu sahnelerin güzel işlenebilmesi için Shakespeare dizelerine yer verilmesi çok güzel olmuş bence. Hatta şiirden sözler olmasaydı sahneyi hafızada canlandırmanın birçok kişi için zor olacağını düşünüyorum. John’un sevdiği kişinin sevgiden bir haber olmasının ona yaşattığı çaresizliği ve kendini ifade edemeyişinin zorluğunu da gösterebildiklerini düşünüyorum.

“Sen ki, Son derece tatlı kokan, sevimli bir sarışınsın!/ Ah Sen! Sen daha önce doğmalıydın!”

Bir diğer sahne ise John’un annesi Linda’nın yüksek doz Soma verilerek yavaş yavaş ölüme bırakılması ve son nefesini verdiği anlarda bir düzine çocuğun yatağı başında dolanmasıydı. Başhemşire çocukların şartlandırmalarında ölümü korkutucu ve kötü bir şey olarak görmelerini engellemek için John’dan duygularını bastırmasını istemişti. Ama onlar ne anlayabilirdi ki bir anneye sahip olmayı, onun ninnileriyle büyümeyi, her yıl yüzünün kırıştığını, saçının ağardığını görmeyi, sıcacık koynunda uyumayı, karşılıksız sevgi ve merhameti, zorlukları beraber aşmayı, zorluklar içinde gülebilmeyi, özlemeyi…  Ne başhemşire ne de birbirinin aynısı yüzlere sahip cam tüpten doğma bir düzine çocuk, John’un neler yaşadığını bilemezdi. Bu sahne bence çok önemli ve duygusaldı ancak kitapta yeterince güzel ifade edilemediğini ve duygunun verilemediğini düşünüyorum.

Uygar Dünya düzeninde kimsenin yalnız kalmamasını; düşünecek, dua edecek zamanları olmamasını; az bir sıkıntıda hemen Soma ilacı alabilmelerini hem düzen çarkının dönebilmesi hem de dine ihtiyacın kalmaması için sağladıklarını söyleyerek o topluma vurulmuş büyük hançeri, özgürlüklerine kapatılmış demir parmaklıklı kapıyı ve hayatları üzerine oynanmış çirkin bir kumarı bize bariz bir şekilde göstermişlerdi.

Kitabın en hoşuma giden, düşündürten ve sorgulatan kısmı 14. Bölümdü. John ile denetçi yalnız kalmışlardı ve bazı şeyleri masaya yatırmışlardı. Tanrı olsaydı eğer eğlenceye düşkün olunmayacağını, bazı şeylere sabırla katlanılabileceğini, kişinin kendi nefsinden feragat edip çıkarsız yaşanılabileceğini düşünmüşlerdi. Öfkeyi yatıştırmak istediklerinde Soma ile kendilerini uyuşturmalarına gerek olmadığını bazen gözyaşının da gerektiğini konuşmuşlardı. John, Hint toplumunda evlenmek isteyen erkeklerden böcekli tarlayı kazmayı en uzun başaranın kızla evlenebileceğini değerli bir uygulama olarak söylerken Mond’un Uygar Dünyada kötü böceklerin bile olmamasını bir marifet gibi anlatması; burada bir sorunla yaşamayı öğrenmek yerine onu başlarından atarak bir düzen kurduklarını gösteriyordu, daha doğrusu kuramadıklarını…

Kitap inceleme yazımı karakterimiz John’un cümlesiyle bitirmek istiyorum, tozpembe görünen bu hayatın çürümüş pamuk şekerden farksız olduğunu gösteren şu cümlesiyle:

“Burada hiçbir şey gerçek değerini bulamıyor. Ben kolay yolu istemem. Tanrı’yı istiyorum. Şiiri istiyorum. Tehlikeyi istiyorum. Özgürlüğü istiyorum. İyilikle günah işleme arasında tercih yapma koşullarının olmasını istiyorum!”


Dipnot: Yazımda idefix.com sitesinden yararlandım, Yaba Yayınları’ndan çıkan Cesur Yeni Dünya isimli eserin 2. basımından alıntılara yer verdim ve okurken aldığım notları paylaştım.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s