Bu yazıyı 8 dakikada okuyabilirsiniz.
Gözlemlediğimiz olaylarda sürekli olarak birlikte meydana geldiğini gördüğümüz iki olaydan önce gerçekleşenin sonra gerçekleşenin nedeni-varlığa gelmesini sağlayan ilkesi olarak görmek ya da felsefedeki karşılığıyla nedensellik ilkesi, tarih boyunca birçok eleştiriye uğramıştır. Hume’un nedensellik eleştirisi ise geçmişteki bu eleştirilerden kendi kurduğu zihin işleyiş mekanizması bakımından ayrılır: En özet ifadeyle Hume, nedensellik ideası ile onunla ilişkili nesneler arasında zorunlu bağlantı ve güç bulunduğu ideasına karşılık gelecek hiçbir izlenim olmadığını ve dolayısıyla neden-etki arasındaki ilişkinin akıldan değil hayal gücünün kurduğu bir tür inanç ve alışkanlıktan kaynaklandığını ileri sürmüştür. Biz bu yazımızda Hume’un nedensellik eleştirisinin izini sürüyor ve sınırlılıklarını keşfetmeye çalışıyoruz.
Hume’un Nedensellik Eleştirisi
Nedensel ilişkiyi olgu sorunlarına dair akıl yürütmelerimizin tümünde kullandığımız bir tür inanç olarak gören Hume bu ilişkiyi, (1) aksinin düşünülmesi bir mantıksal çelişki doğurmayan ve kendisiyle zıt önermelerin aynı açık seçiklikte düşünülebildiği türden bir bağlantı olarak tanımlamaktadır. Örnek vermek gerekirse, “Serbest bırakılan taş düşer” önermesi “Serbest bırakılan taş yukarıya havalanır” önermesi ile aynı netlikte düşünülebilmektedir; burada ikinci önermeyi kabul etmek herhangi bir mantıksal çelişkiye yol açmaz. Halbuki “Bütün bekarlar evli olmayan kimselerdir” şeklinde tanımı gereği doğru olan bir cümle kurulduğunda bunun zıddını düşünmek yani bekar kimselerin evli olan kimseler olduğunu tasavvur etmek mantıksal çelişkiyi beraberinde getirir.
Söz konusu nedensellik eleştirisinde ikinci nokta, (2) nedenselliğin kendisine a priori akıl yürütmelerle ulaşılamayacağı ve onun tamamıyla tecrübeden çıktığı, a posteriori olduğudur. Barutun patlaması, demirin mıknatıs özelliği göstermesi gibi fenomenler herkes tarafından kabul edilir ki deney yapmadan önce diğer ifadeyle kendilerine dair bir tecrübemiz olmadan evvel tahmin edilmeleri mümkün olmayacaktı. Bunun gibi, aşina olduğumuz durumlarda da, mesela serbest bırakılan taş veya yenen ekmek gibi, önceden hiçbir gözlem yapılmadan ilk defa onlarla karşılaşacak olsaydık taşın düşmesi ve ekmeğin beslemesi etkilerini öngörmemiz tamamen rastgele bir tahminden öteye geçemeyecekti: Taşın çok farklı tarzlarda hareket etmesi olası olduğu gibi ekmeğin de zehirlemesinden tutun öldürmesine kadar farklı etkilerin spektrumundan sadece birini tercih etmemiz, tamamen keyfi ve herhangi bir mantıksal yönü olmayan çıkarım olacaktı. Hatta (3) bir nedenin etkisi, onun hakkında hiçbir gözlem yapmadan önce, salt onun dış ve yüzeysel özelliklerine bakılarak çıkarsanamaz: Daha önce bizi beslediğini gördüğümüz ekmeklere benzer renk, şekil, koku, tat vb. özellikleri olan ekmekleri yemeden onların da besleyici olacağı iddiasında bulunmamız tamamen atmaca olacaktır; çünkü bu takdirde sonraki ekmeklere dair doğrudan herhangi bir gözlemde bulunmamışızdır ve gelecek durumdaki ekmeklerin geçmiştekilerle aynı durumda olacağı varsayımından hareket etmişizdir. (4) Etki, nedenin kendisinden tümüyle farklı olduğundan nedenin üstünde onun üzerinde ne kadar düşünürsek düşünelim ondan çıkacak etkiyi-sonucu çıkaramayız. Gerçekten de ekmeğin kendisi başka, besleyicilik başka bir şeydir ve bir bilardo topu diğerine çarptığında birincisindeki hareket başka bir fenomen, ikinci bilardo topunda onu takiben gerçekleşen hareket başka bir fenomendir.

Gelecekteki durumların geçmişe benzeyeceği varsayımı, Hume’un nedensellik eleştirisinin tümevarım eleştirisine bağlandığı noktadır. (5) Bir olgunun geçmişte nasıl gerçekleşmişse gelecekte de aynı şekilde gerçekleşeceğini iddia etmek (doğanın tekdüzeliği iddiası) ne tanımı gereği doğru olan bir idea ilişkisidir ne de tecrübeye dayanarak döngüselliğe girmeden ispatlanabilecek bir olgu sorunudur. Bir şeyin oluşuna ilişkin problem olduğundan tanımlama ile temellendirilemez ve “Doğa, tekdüze bir varlıktır” denilemez, çünkü tanımlamaya bir sınır çizilemez. Daha farklı bir biçimde tanımlamak her zaman için mümkündür. Doğanın tekdüzeliği tecrübeye dayanarak da temellendirilemez zira tecrübenin kendisi de geleceğin geçmişe benzeyeceğini varsayarak hareket eder. Böylece kanıtlamamız gereken şeyi kendisine dayandırarak döngüsellik içine girmiş oluruz; döngüsellik ise mantıksal kısır döngüyü netice verir ve farklı olan bir ilkeye ulaşıp da tekdüzeliliği temellendirememiş oluruz. O şeyi zaten kanıtlamamız gerekiyordu ve biz kanıtlamadan kanıtladığımızı iddia ettik. Nihayetinde geçmişin geleceğe benzeyeceğini varsayma ya da doğanın tekdüzeliliği, aklen temellendirilemeyen ve hayal gücünün bir beklentisinden öteye geçemeyen bir durumdur, bu tarz bir yaklaşımla nedensellik temellendirilemez.
Peki o zaman, nedensel ilişkiler neden bize bu kadar kesin ve zaruriymiş gibi gelmektedir? Bu soruyu Hume’a yönelttiğinizde alacağınız cevap bellidir: (6) Nedenden etkiyi beklememizin hiçbir akli ve rasyonel temeli gerekçesi yoktur, bu beklenti bizde zihnimizin hayal gücü aracılığıyla oluşturduğu bir tür alışkanlık ve inanma duygusunun sonucu olarak meydana gelir. Taşın düşeceğini her seferinde beklememiz bir alışkanlıktır ve ekmeğin besleyeceğine de yalnızca inanabiliriz. Hayal gücümüz, bizi, bir olay cereyan ettikten sonra diğerinin olacağına inandırır (Bu inandırmayı her zaman nasıl olup da doğru (yani doğadaki akışla uyumlu) bir şekilde yapabildiği (!) ayrı bir sorundur).
Hume’un nedensel ilişkiye dair önerdiği iki yeni tanımlama bulunmaktadır. Mesela müzik aletindeki bir tel titreştiğinde (neden) belirli bir sesin çıkması (sonuç) ilişkisini düşünelim. “Telin titreşmesi sesin nedenidir” dediğimizde aslında ya (1) “Telin titreşimini bu ses izler-takip eder ve bütün benzer titreşimleri benzer sesler izledi” ya da (2) “Telin titreşimini bu ses izler ve titreşimin belirmesiyle zihin duyulardan önce davranarak hemen sesin ideasını oluşturur.” diyoruzdur. Böylece Hume, nedensel ilişkiyi nesnelerin “sürekli art arda gelişi”, olayların “devamlı olarak birbirlerini izlemesi-takip etmesi” ve “tekrarlayan bir aradalık” ifadeleriyle tanımlar ve gözlemle görebileceğimizin sadece bir ardışıklık bağlantısı olduğunu vurgular.

Bir diğer sonuç, şu yetkinsizliğimizden gelir: Olguları gözlemlerken hiçbir zaman nesnelerde olayların gerçekleşmesini sağladığı iddia edilen güç-kuvveti göremeyiz. (7) Gözlemimiz, nesnelerin-nedenlerin âdeta içine nüfuz ederek onlardaki kabiliyet ve yetkinlikleri tespit edemez; yalnızca yüzeysel birtakım özellikleri duyular aracılığıyla belirleyebilir. Bu sebeple nedensellik ilişkisinin bizzat kendisine dair bir izlenimimiz olamaz. Dolayısıyla klasik natüralizmin ve fizikalizmin iddia ettiği nesnelere içkin özellikler-tabiatlar; insanın anlama yetilerince keşfedilemeyecek ve bilinemeyecek güçlerdir.

Buradan hareketle Hume’un vardığı sonuç, doğa yasalarının fikir yürütmeyle ulaşabileceğimiz en son nedenler olduğu (burada “en son”, insanın ulaşabilmesi bakımındandır) fakat onların gerçekte nihai neden-fail olup olmadığını bilemeyeceğimizdir. Bu bakımdan Hume’a göre materyalizmin, panteizmin, fizikalizmin ve bilimsel realizmin iddia ettikleri gibi doğa yasalarının olguların gerçekten yapıcısı ve faili olup olmadığını bilemeyiz ancak en son olarak bu genel ilkelere fenomenleri götürebildiğimizden olguları onlara isnat eden bir dil kullanabiliriz. Nitekim Hume’un natüralizmle olan ilişkisi bu noktada aşikar olmaktadır: O ontolojik bir natüralist olmasa da epistemolojik bir natüralisttir; doğal nedenlerin gerçekten de neden-yaratıcı olduğunu ne kabul ne de reddetse de onlardan bilgi sürecinin en nihayetinde varabileceğimiz nedenler olarak bahsetmekten de geri durmaz.
Eserleri incelendiğinde Hume’un birçok yerde doğaya ve doğal bir hadise olarak gördüğü zihne birçok fonksiyon verdiği ve birçok fiili de isnat ettiği görülmektedir. Bu tavrında Hume, kendince haklıdır; sonuçta en son ulaşabildiğimiz buysa onunla yetinmek ve ondan bir neden ilkesi olarak bahsetmek gayet normaldir (!). Halbuki bir ontolojiye dayanmaksızın epistemoloji, havada bırakılan hükümlerden öteye geçemez ve iddiasında olduğu kesin ve doğru bilginin tarifini veremez. Hume’un “insanın anlama yetisi alanının dışında olmayan bir doğruluk ve yanlışlık” tan bahsetmesi onun bir epistemoloji kurmaya çalıştığının kanıtıdır. Bilen ile bilgi nesnesi arasındaki nispeti konu edinen epistemoloji, “bilen” sözde bir bilen olmaktan öteye geçemediği müddetçe kurulamaz; zira zincirinin iki ucundan biri kopuktur ve bu sebeple ortada bağlanacak bir “bilen” ve “bilinen” yoktur. Dolayısıyla ulaşabildiğimiz en son ilkelere fiilleri veren bir dil kullanmamız keyfi bir tercihten öteye geçmez ve gerçek bir epistemik saptama olarak nitelendirilemez.
Nedensel ilişkiye dair Hume’un getirdiği eleştiri ve sınırlamalar burada ifade ettiklerimizle sınırlı kalmamaktadır. Hume’a nedenleri bilinemez ve sınırlı entiteler olarak görmeye iten birtakım gerekçeler bulunmaktadır ki serimizin bir sonraki yazısını bu gerekçeleri irdelemeye ayırmış bulunuyoruz. Ancak şimdiden söyleyebiliriz ki Hume’un nedenlerin epistemiğine yönelik yaklaşımı gerçekçi olamadığı gibi nedenlerin ontolojisine dair getirdiği sınırlamalar da kendi düşünceleriyle tutarlı bir bütünlük arz edememekte, aklı bu konuda tam olarak yetersiz gösterebilmek için onun sonsuza ilişkin çıkarımlarını yersiz biçimde yadsımaktadır.