Bu yazıyı 12 dakikada okuyabilirsiniz.
İnsan aklının sınırları, neleri kesinlikle bilip neleri bilemeyeceğimiz ve dış dünyaya yönelik sağduyularımızın gerçekliğinden ne kadar emin olabileceğimiz sorunları, felsefe tarihinin en başından bu yana tartışma konusu olmuş derin meselelerdir. Kimi filozoflar insan aklının gerçekliğe erişimini bütün bütün yadsırken kimileri de aklı öylesine yüceltmişlerdir ki onun adeta her şeyin doğruluğuna-gerçekliğine bir kıstas olabileceğini tevehhüm etmişlerdir.
İnsanın anlama yeteneğinin sınırları üzerine derinlemesine düşünceler getiren filozoflardan birisi de 18. yy’da yaşamış David Hume’dur ve onun “İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma” (An Enquiry Concerning Human Understanding) isimli eseri bu konuda yazılmış en önemli kitaplardan biridir. Eseri boyunca Hume, insan aklının sınırlılığına ilişkin çeşitli yönlerden argümanlar getirmiş ve teolojik ve metafizik konuların neredeyse bütününde insan aklının tutarlı ve doğru bir bilgiye ulaşamayacağını vurgulamıştır. İngiliz empirizminin özgün bir üyesi olan Hume, John Locke’den devraldığı idealar yöntemini eserinin merkezine konumlandırmış, bu yönteme dayanarak nedensellik başta olmak üzere birçok konuda tecrübenin yani deneyimlemenin dışında erişebileceğimiz bir bilginin olmadığını vurgulamıştır. Biz bu yazı serimizde Hume’un tezlerini yukarıda ismi geçen eser üzerinden kritik bir incelemeye tabi tutmaya çalışıyor ve ilk yazımızda Hume’un zihin felsefesinin temelleri olarak görebileceğimiz izlenim ve idea kavramlarını inceliyoruz.
Hume’un Metafiziği: Zihin Felsefesi
Hume felsefeyi ilk elde somut ve soyut olmak üzere ikiye ayırır. Somut felsefe; duyulara ve davranışlara hitap eder, eyleme yöneliktir ve gündelik yaşayışın içine girer, kolay ve anlaşılırdır, insanlar tarafından daha çok rağbet görür ve düşünce sürecinde hataya düşse sağduyuya ve zihnin “tabi” eğilimlerine başvurarak pozisyonunu korumaya çalışır.
Soyut felsefe ise insanı davranış sahibi varlık olmaktan çok akıl sahibi olmak bakımından inceler ve insanın “doğal” yapısını teorik düşüncesinin konusu yapar. Soyut felsefe; insanın anlama yetisine yön veren ilkeleri bulmaya çalışır, tek tek durumlardan genel ilkelere ulaşmayı hedefler yani tümevarımcıdır, çağdaşlarının geçici heveslerinden ve cahilliklerinden kaynaklanan geçici bir saygı haricinde kıymet görmezler ve akıl yürütmeleri sırasında bir hataya düştüğünde bu hatayı zincirleme olarak diğer birçok hata takip eder.
Hume, soyut felsefeye karşı getirilen eleştirilerin “metafizik denilen şeyi kayıtsız şartsız reddetmeye” varmasından yakınmaktadır. Ancak onun klasik metafizik yerine önerdiği model “zihnin metafiziği”dir ki bunu tam olarak kendisinden sonra Kant başarabilecektir. Metafiziğe karşı getirilen eleştirileri sıralarken Hume, onun kaçınılmaz bir karasızlık ve hata kaynağı olduğunun, tam anlamıyla bir bilim olmadığının, insanın anlama yetisinin ulaşamayacağı alanlara girmeye çalıştığını öne sürer. Ona göre, insanın anlama yetisini keşfetmek üzere yapılacak soyut bir felsefe, klasik metafiziğe bir savaş açmak demektir; soyut felsefe, klasik metafiziğin sakladığı batıl inançları (dinsel korkular ve ön yargılara benzeyen) kovmak için gereklidir.
Hume klasik metafiziği sahte ve yozlaşmış olarak nitelerken insanın anlama yetisinin sınırlarına dair yapılan soruşturmalarına dayanan sahici bir metafiziğin kurulabileceğinden umutludur. O eski metafiziği “batıl inançlara karışmış ve bu inançları dikkatsiz akıl yürüten kimse için görünmez bir hale sokan ve bilim-bilgelik havasına bürüyen karışık bir felsefe” olarak görmektedir. Hume, eserinde zihnin işleyişine dair öne süreceği mekanizmanın da bir tür metafizik olduğunun ve iç “gözleme” (introspection) dayandığının farkındadır; nitekim zihnin kendi dışındaki nesnelere dair tecrübe edinmesinden farklı olarak bizzat kendi üzerine bir tecrübe edinmesi bu yöntemde söz konusudur ve kendisinden sonra birçok filozof, bu tür bir iç gözlemin kesinlik belirtemeyeceği eleştirilerinde de bulunmuştur.
Huma’a göre zihin felsefesinin görevleri zihnin değişik işlemlerinin bilinmesi, bu işlemlerin uygun başlıklar altında sınıflandırılması (kategoriler), bu işlemlerin üzerine düşünüldüğünde ortaya çıkan karışıklığın-belirsizliğin giderilmesidir. Hume a göre sahici felsefe ile yapıp yapabileceğimizin tümü, zihnin yeteneklerinin sınırlarını çizmekten ibarettir. Bunun ötesine geçmenin imkânı olmadığı gibi doğruluk ve yanlışlık da ancak bu sınırlar içerisinde geçerli olmak üzere söz konusu olabilir. Onun felsefesi nihai tahlilde iç ve dış duyumları akıl yürütmenin karşısında yükseltme ve onları ona hâkim kılma amacını güder.
İzlenimler ve İdealar
Zihnin iç ve dış duyu algıları, yani öfke, arzu gibi duygularımız ve görme, hissetme gibi algılarımız, “izlenimlerdir”. İzlenimler bütün canlılık ve güçleriyle birlikte duyu tecrübemizin idrakini yansıtır. İdealar ise izlenimlerin “sadık” ve “sönük, cansız, silik” kopyalarıdır; diğer deyişle düşünce kabiliyetimiz, duyumlardan gelen objelerini gerçeğe uygun biçimde (yani kendisine nasıl geliyorsa ona benzeyecek şekilde) ama ilk algılandığı halden daha güçsüz ve zayıf haliyle yansıtan bir ayna gibi işler. Zihin her nasılsa, an be an yenilenen farklı duyumları, bir nesne haline getirip akıl “tuvalinde” bir öncekinden daha soluk renklerle de olsa tekrardan resmedebilmektedir; bu yönüyle zihin bir ressamdan daha az kabiliyetli değildir(!).

Hume’un tasvir ettiği zihnin işleyiş modelinde izlenimi olmayan ideanın mevcut olması mümkün değildir, öyleyse duyum olmadan düşüncenin varlığından bahsedilemez. Buradan hareketle duyum nesnesi olmayan bir şeyin akledilebilir olmadığı sonucuna da varılmaktadır. Dolayısıyla bu sonucun, metafizik nesnelerin akledilebilir-bilinebilir olmadığını savunan pozitivizmi hazırlayan bir öncül olduğunu da söyleyebiliriz.
İdealar, Hume’un düşüncesinde zihin için son durak değildir; zihin ideaları izlenimlerinden başarılı biçimde kopyaladığı gibi idealar arasındaki ilişkileri (yani birinin diğerini çağrıştırması ve onunla bir şekilde bağlantılı olması) de kurar. Zihin yalnızca ve yalnızca “benzerlik, zamansal-mekansal yakınlık ve neden-etki” olmak üzere üç ilkeye göre birçok idea arasında sürekli olarak bağlantılar oluşturur. Ancak bu bağlantı kurma eylemi, Hume’un da fark ettiği üzere, bir düzene göre ve evrensel olarak (farklı zihinlerde aynı yollarla) gerçekleşmektedir.
Sözgelimi “en garip ve başıboş hayallerimizde bile hayal gücünün oradan oraya koşmadığını; peş peşe gelen farklı idealar arasında yine de bir bağlantı gözetildiğini” fark edebiliriz; hal böyle olunca her an zihnimizden kendi içlerinde belirli bir tertiple kendi kendine akıyor gözüken düşüncelerimizin hangi güçle kurulabildiği sorunu da ortaya çıkar. Nitekim dilin imkanları içerisinde düşüncenin öğeleri-idealar arasında sonsuz sayıda farklı bağlantı kurulabilecekken neden en nihayetinde sınırlı sayıda bağlantının kurulabildiğini, kısacası zihnin “bu” düzenin neden seçilmekte olduğunu sorgulamak durumundayız. Ayrıca birbirleriyle bağlantısı olmayan dillerde bile, “en karmaşık ideaları dile getiren kelimelerin birbirlerini çok yakından karşıladıklarını” gördüğümüzde, farklı dillere sahip çok sayıda zihin öğesinin (insanların) nasıl olup da ideaları oldukça benzer yollarla karşılayabildikleri problemi de belirir. Öyle ki bu evrensellik, yani farklı ve çok sayıda zihnin her an aynı türden kavramsallaştırmalar-idelaştırmalarda bulunmaları, bununla birlikte aralarında da her an için bir tür mutabakat bulunmayışı, zihnin yalnız kendi “içine” dair değil de “dışına” dair de bilgi üreten, yani dışıyla da bağlantılı olacak şekilde çalışan bir yetkinlikte kabul edilmesini gerektirmektedir.
Bizce izlenimlerden ideaları aslına uygun biçimde kopyalamak, ideaları belirli bir tertip üzere sürekli olarak getirmek ve ideaların farklı zihinlerde aynı yollarla karşılanmasını sağlamak şeklinde sıralayabileceğimiz üç fiil, ilk bakışta zihne verilen basit-kabul edilebilir birer yetkinlikmiş gibi gözükse de yukarıda yaptığımıza benzer bir tahlille ancak bütün ihtimalleri kuşatan bir bilgi ve seçim gücüyle mümkün oldukları sonucuna varılabilecektir.
Hume’un “zihin metafiziğinde” metafizik bir fail bulunmamaktadır ve Hume, zihin izlenimleri oluşturur ve ideaları evrensel biçimde ve düzenli olarak çağrıştırır dediğinde asıl failin zihin olduğunu kastetmemektedir. Gerçekte neden olanın, nihai ya da en son nedenin bilinemeyeceğini defaatle belirtmesine rağmen Hume, zihne ve doğaya nedensellik atfeden bir dil kullanmıştır. Böyle bir dil kullanmasında kendince haklıdır (!). Zira aklen ulaşabileceğimiz en son durak zihin ve doğa ise ve onlar olguları “yapıyor” görünüyorsa, gerçekte yapmıyor olmaları mümkünse de bunu bilemeyeceğimizden (!) böyle bir dil kullanmamız normaldir. Hume’un nihai nedene ulaşamayacağımıza dair bu yargısı kısmen onun bütün akıl yürütmenler hakkında kesin bir kararlılıkla verdiği ve aşağıda incelediğimiz yargıya kısmen de etkiden nedeni çıkarsamaya dair kitabın 11. bölümünde getirdiği kıstasa dayanmaktadır.
Hume’un Çatalı
Garip isimli bu terim, Hume’un insan aklının yapıp yapabileceği tüm soruşturmalar hakkında verdiği dikotomiyi betimler. Çatalın bir dalı “idea ilişkileri”ni (relation of ideas) diğer dalı ise “olgu sorunları”nı (matters of fact) karşılar. Buna göre insan aklının yapabileceği bütün fikir yürütmeler ya matematik nesneler ve tanımı gereği doğru önermeler gibi kesinliği sabit a priori türden bilgi nesnelerini ya da fiziksel dünyada gerçekleşen olgular hakkında yapılan aksi alınması mümkün a posteriori objeleri konu edinir. Üçüncü bir seçeneğin olmadığını Hume, buradaki “bütün” sözcüğüyle belirtmiştir. İdea ilişkilerine örnek olarak “Hipotenüs’in karesi iki kenarın kareleri toplamına eşittir” önermesini veren Hume burada ilişki halinde olan ideaların şekiller ideası olduğunu söyler. Olgu sorunlarına misal olarak ise “Yarın güneş doğmayacak” önermesini getirir, ona göre nedensel olarak doğmasını beklediğimiz güneşin doğmaması mantıksal açıdan mümkündür, zira önerme kendi içerisinde bir çelişki taşımaz ve zihin tarafından güneşin doğmasıyla aynı netlikle düşünülebilir.
Hume’un çatalı günümüzde dahi birçok tartışmaya konu olmaya devam etmektedir ve epeyce zamandır da pozitivizmin dayanağı olarak görülmüştür. Gerçekten de Hume’un çatalı pozitivizmin direğidir, çünkü bir takım a priori ilkeler ve fiziksel dünyada duyumlanabilecek-gözlemlenebilecek olgular haricinde herhangi bir fizik ötesi-duyumlanamayan-gözlemlenemeyen nesnelerin akıl yürütmenin ve dolayısıyla da bilmenin konusu olamayacağını ima etmektedir. Metafizik varlıkların aklın sahasından dışlanması ve yalnızca gözlemlenebilir olanın bilinebileceği vurgusu, pozitivizmin can damarıdır.

Bununla birlikte dikkatli bir fikir yürütme sonucunda Hume’un çatalının bizzat kendisinin olumsu-mümkün olduğu ve bu sebeple bir dikotomiyi yani iki kategori arasında seçime zorlamayı temin edemeyeceği fark edilebilir. Öyle ki Hume’un çatalının kendisi de bir akıl yürütmenin sonucudur ve özellikle a priori bir bilgi veya matematiksel gerçeklik olmadığı nazara alındığında idea ilişkilerinin değil de olgu sorunlarının konusu olabilir. Nitekim bütün akıl yürütmelerin teker teker bu iki kategoriden birinin altına düşeceğini tespit etme ameliyesi, tümevarımsal bir işlemdir ve a posteriori nitelik taşır. Bununla birlikte olgu sorunları, dış dünyadaki fiziksel olguları konu edinir; Hume’un vardığı bu dikotomi içeren sonuç ise fiziksel varlığa sahip değildir. Olsa olsa zorunluluk ideasının akıl yürütmenin bu iki kategorisinin idealarıyla ilişkilendirilmesi sonucu ortaya çıkabilir ki bu onu, zihnin faaliyetinin olumsu bir sonucu haline getirir. Nihayetinde bu dikotomi, ortaya çıkması bakımından mümkün olduğundan aslında iki seçenek arasında bir dikteyi zorunlu kılamaz.
Daha da ilginci çatalın iki dalının da “eğik bükük” olmasıdır. Hume matematiksel önermelerin kesinliğini kabul ederken bu tarz önermelerin “evrende var olan herhangi bir şeye dayanmadığını” ifade etmekte ve buunların “sadece düşüncenin işlemesiyle ortaya çıkarılabileceğini” savunmaktadır. Elbette matematiksel nesnelerin evrende soyut ve kendi başlarına olarak var olabilen varlıklar olarak kabul edildiği Platon’a dayandırılan görüşü kabul etmemek mümkündür; fakat bu görüşün yerine matematiksel ifadelerin kesinliğini zihnin yek başına nasıl sağlayabildiğini, daha kışkırtıcı biçimde sormak gerekirse, sayıların sonsuz imkanları içerisinde bunu nasıl başarabildiğini ortaya koyan yeni bir görüş geliştirmesi gerekmektedir. Oysaki bu tarz alternatif bir model, Hume tarafından vaz edilememiş gibi durmaktadır. Öyleyse çatalın birinci dalı, yani idealar ilişkisi “kırıktır”.
Çatalın ikinci ayağın büküklüğü ise zihnin kendisini ona oturttuğumuzda fark edilebilir. Hume’un zihnin işleyişine dair yaptığı bütün akıl yürütmeler a priori olarak bilinmediğine göre a posteriori olarak bilinecektir, bu ise çatalın ikinci ayağına denk gelir. Zihni ve onun işleyişine doğal bir hadise olarak gördüğünden onun hakkında vardığı bütün hükümler de aksi alınması mümkün yargılar olacaktır. Nitekim Hume, mesela bütün idea ilişkileri için yalnızca üç türden bağlantı ilkesi olduğunu savunurken yapılacak tek şeyin olabildiğince çok örnek alıp bunları idea ilişkileri açısından incelemek olduğunu ifade ederken buna işaret etmektedir. Bu örnek alıp incelemenin tümevarımsal ve deneysel bir yaklaşım olduğu ortadadır. Devamla bir olgu sorunu olarak zihnin ve faaliyetlerinin olumsu olduğu sonucuna varabiliriz. Nihai olarak diyebiliriz ki Hume, vaad ettiği sahici metafiziği inşa edememiş, zihin hakkında kesin, “bütün” hakkında karara varmayı sağlayabilecek kadar net sonuçlara varamamış görünmektedir.