Bu yazıyı 8 dakikada okuyabilirsiniz.
Hadis tarihi, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) söz, fiil ve kabullerinin nesilden nesle doğal bir süreç olarak isnad gibi sıkı kontrol sistemleriyle birlikte emniyet içerisinde aktarılmasını konu edinen disiplindir. Her ne kadar tarihin meraklarımızı cezbeden savaşlar, siyasi olaylar, antlaşmalar gibi yönlerine odaklanmasa da hadis tarihi; zihinleri hayrette bırakan prensipleri, bu prensipleri titizlikle yerine getiren uzmanları ve birçok sosyal bilimlerin ortaya çıkışına öncülük etmesi bakımından aslında ilgiyle ve ibret nazarıyla incelenmesi gereken bir alan olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu yazı serimizde hadis ilminin tarihi gelişimini, tarihin bir alt dalı olarak güvenilirliğini nasıl sağladığını ve günümüze ışık tutan yönlerini sizlere takdim etmeye gayret göstereceğiz.
Haber Kaynağının Doğruluğunun Teyit Edilmesi: Cerh ve Ta’dil Disiplini
Günlük hayatımızda duyduğumuz haberlerin doğruluğunu nasıl teyit ederiz? Tanıdığımız bir kimsenin bize aktardığı bir söz veya olayın gerçekten söylendiğinden veya vuku bulduğundan nasıl emin olmaktayız? Yeni tanıdığımız ve kendisinden daha önce bilgi almadığımız bir kimse bizim için “meçhul”dür, ona kesin bir güven duyamayız. Eğer tanıdığımız bir kimse ise; her hâlükârda böyle bir durum için ilk araştıracağımız husus haberi bize aktaran kimsenin bize daha önce hiç yalan söyleyip söylemediği olacaktır. (Yalancılık) Sonrasında ise bize yalan söylememişse dahi başka konularla ilgili olarak başka kimselere yalan söylemiş olup olmadığına, toplum içerisinde yalancılıkla itham edilip edilmediğine bakarız. (Yalancılıkla İtham Edilme) Çünkü eğer çıkarları doğrultusunda doğruluktan ödün verebilen bir kimse ise bu, bize de yalan söyleyebileceğini gösterir.
Daha önce yalan söylediği/yanıltıcı bilgi naklettiği hiç tespit edilememiş olsa da insanları inciten, kibirli davranan, aşırı derecede “şakacı” olup söylediğinde samimi olup olmadığı anlaşılamayan, bireylerin ve kamunun haklarını gözetmeyen bir kimse ise eğer bize haberi nakleden yine onun söylediklerinin doğru olduğuna inanamayız (Fısk veya Kötü Ahlak). Çünkü kötü davranmayı kendine şiar edinmiş bir kimsenin kötülüklerin zirvesinde yer alan “yalancılık”a geçiş yapamayacağından emin olamayız. Yalan söylemediğini ve ahlaki seciyesi bakımından söylemeyeceğini bildiğimiz kimseler için dikkat edeceğimiz son nokta ise onun herhangi bir sosyal yapının aşırı taraftarı olup olmadığıdır. Zira bu takdirde kendisini manen bağımlı hissettiği sosyal yapıyla ilgili haberlerde farkında olmadan sübjektif davranabilir ve istemeden de olsa propagandacılığa alet olabilir. (İdeolojik Davranma, Mezhebinin Propagandacısı Olmak)
Peki, yalan söylemeyeceğine güvenebilsek de söz konusu kişinin hafıza problemleri dolayısıyla kasıtsız hatalarda bulunmayacağına inanabilir miyiz? Çok büyük ihtimalle o kişinin hafızasının güçlü ve çokça yanılmayan, sözleri-olayları detaylarıyla hatırlayabilecek ve anlam karışıklığına yol açmadan iletebilecek, haberlerle onların zamanlarını ve mekanlarını birbirine karıştırmayacak birisi olmasını isteriz. Ayrıca onun daha önce bize getirdiği haberlerde, doğru olduğuna daha çok güvendiğimiz diğer kaynaklarla çelişmemiş olmasını da bekleriz. Hatta önceden hafızasına itimat ettiğimiz biri olsa da eğer haberi aldığımız vakitte unutma problemleri yaşayan biriyse getirdiği haberden emin olamayız. İlginç olan, günlük hayatımızda yaptığımız bu tür değerlendirmelerin hiçbiri hadis tarihinde görmezden gelinmemiş, bilgilerin doğruluğunu teyit ederken doğal bir sürecin sonucu olarak kullandığımız bu kriterler mevzubahis disiplin için de geçerli olagelmiştir.[1] Ve bu bizce, hadis tarihin tepeden inme-yapay bir süreç olmadığını göstermektedir.
Evet bir haberi aktarının güvenilirliğiyle ilgili yukarıda saydığımız hayatımızdan 5 husus (ki “adalet” terimiyle de anılmaktadır; tanınır olma ya da meçhuliyet, doğru sözlü olma ya da yalancılık, dürüst biri olarak tanınma ya da yalancılıkla itham edilme, iyi ahlaklı ya da kötü ahlaklı olmak-fısk, tarafsız olma ya da kendi mezhebine-meşrebine taraftar olma) Cerh ve Ta’dil alimlerince incelenmiş, sırf hadisi insanlara nakledenlerin yani ravilerin nasıl insanlar olduğuna dair ciltlerle kitaplar yazılmıştır.

Ve yine habercinin hafıza gücüyle ilgili yukarıda saydığımız 5 husus da ravilerin ehliyeti yani haberi tam ve hatasız biçimde nakledilmesi konusunda incelenmiş, Cerh ve Ta’dil ilmi için ikinci esas şart olmuştur. (ki “zabt” terimiyle de anılmaktadır; yıllar sonra dahi hatırlayabilmek ya da çok çabuk unutmak-çok yanılmak, sözü-olayı kelimesi kelimesine ve detaylarıyla dikkatlice hafızasına kaydedebilmek ya da detaylara dikkat etmeden dikkatsizce ezberlemek, hadislerin isnat ve metinlerini doğru biçimde eşleştirebilmek ya da hadislerin isnatlarını veya metinlerini birbirine karıştırmak-vehim, kendisinden daha iyi hatırlayan ravilerle aynı ya da farklı şekilde aktarmak, hafızası hayatı boyunca sağlam olmak ya da yaşı ilerledikten sonra hafıza kaybı yaşadığından dolayı haberi doğru iletememek). Öyle anlaşılmaktadır ki ravilerin hatırlama kabiliyetleri, yalnızca hayatlarının bir kesitlerinde değil bütünü boyunca izlenmiş, kaydedilmiş; hadisi hafızası zayıfladığı vakitten sonra (ihtilat) aktardığı hadisler kabul edilmemiştir.

Hz. Osman’ın şehit olmasından sonra fitne olaylarının çıkması ve “bid’at ehli” diye adlandırılan yeni zümrelerin kendilerini haklı çıkarmak için uydurmaya başlaması üzerine başlatılan “bu hadisi kimden işittin” sorgulaması yalan haberlerin doğru haberlerden, hatalı bilgilerin tam ve doğru bilgilerden ayırt edilmesini sağlamıştır. Daha sonraları ravilerin doğrulukları ve bellekleriyle ilgili yapılan tenkitler o dereceye gelecektir ki[2] halk bunun bir gıybet-insanların arkasından konuşma olduğunu düşünerek tenkid uzmanlarını eleştirecek, onlarsa (mesela Şu’be bin Haccac gibi) iğneleyici bir üslupla “Bugün hadis rivayeti günü değil, bugün “gıybet” günüdür.(!) Haydi yalancıların gıybetini yapalım!” cevabını verecekti.
Ravilerin tenkidinde diğer ilginç nokta, sahabe neslinin (hadislerin bize gelmesini sağlayan birinci nesil) tenkide tabi tutulmazken ikinci, üçüncü ve diğer nesillerin ayrıntıyla eleştirilmiş olmasıdır. Sahabelerin hepsinin güvenilir kabul edilmesinin tarihsel arka plandaki sebebi, onların bütününün gösterdikleri ciddi hassasiyetlerdir. Hz. Muhammed’i (s.a.v.) başlarında birer kuş varmış gibi dinlemeleri,[3] O’nun her bir halini ayrıntılarına kadar takip etmeleri/izlemeleri,[4] hayatın uğraşıları sebebiyle takip edemeyenlerin arkadaşlarıyla nöbetleşerek O’na dair bir günü dahi kaçırmamayı kendisine düstur edinmeleri[5], Suffe Ashabı gibi bazılarının karın tokluğuna sürekli olarak O’nun yanında/mescidinde kalmayı meslek edinmeleri[6], birçoğunun “unutarak veya yanılarak yanlış bir şeyi hadis diye aktarırım” korkusuyla rivayette bulunmaktan kaçınmaları[7], rivayette bulunanların yanlış aktarmaktan korktuklarından dolayı damarlarının şişmesi, terlemesi, gözlerinin yaşarması, titremesi[8]; O’nun sözlerini unutmamak için her gece kalkıp saatlerce ezberlemiş olduğu hadisleri tekrar etmeleri[9], kendi içlerinde oto-denetim mekanizması kurup yanlış-eksik rivayetlere ve herkesin kontrolsüzce hadis aktarmasına engel olmaları[10] gibi birçok husus onların güvenilirliklerine, titizliklerine ve yaşadıkları sorumluluk duygularına işaret etmektedir. Evet gerçekten de sahabe neslinin yüz bin kişiyi aştığı ve bunlardan yalnızca 2000’nin hadis aktardığı dikkate alınacak olduğunda birinci neslin %96-98’nin yanlış aktarma endişesi-hatırlamama gibi muhtelif sebeplerle rivayette bulunmadığı ortaya çıkmaktadır.[11]
Öte yandan yalnızca ravilerin güvenilirliklerini ve liyakatlerini bizlere haber veren eserler yazılmakla kalınmamış, çeşitli nedenlerle isimleri birbirine karıştırabilecek olanları da birbirinden ayırt etmek için müstakil eserler kaleme alınmıştır. Arap geleneğinde kişiler yalnızca kendi isimleriyle değil babalarının veya dedelerinin isimleriyle, mensubu bulundukları ülke, şehir veya beldeyi belirten “nisbe” ifadeleriyle (mesela Gazzali bir nisbe ifadesidir) ve lakaplarıyla da anılabilmekteydi. Hatta bu alternatif kullanımlar bazen kendi adlarından daha meşhur hale gelebilmekteydi. Ayrıca aynı isme sahip ve aynı çağda yaşayan hadis aktarıcıları da bulunabilmekteydi.1
Bütün bu olası karışıklıkları önlemek bağlamında; isimlerinin yazılışları aynı okunuşları farklı olanları birbirinden ayırmak için “mü’telif ve muhtelif” başlığı altında, isimleri hem yazılış hem de okunuş bakımından aynı olan adaş ravileri birbirinden ayırmak için “el-Müttefik ve’l-müfterik” başlığı altında, künye-nisbe-lakap ifadeleriyle meşhur olmuş kişilerin adlarıyla anıldıklarında farklı birisiymiş gibi algılanmalarını engellemek için “el-Küna, Marifetü’n neseb, Marifetü’l elkâbil muhaddisin” başlıkları altında müstakil kitaplar yazılmıştır.1 Böylece hadis haberini bize aktarının tam olarak kim olduğu konusunda oluşabilecek şaibelerin engellendiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Bilgi Aktarımının Doğal Süreci: İsnad & Sahih ve Mütevatir Haberler
En baştaki anolojimize dönecek olduğumuzda bize haber getiren kimse eğer o sözü-olayı bizzat kendisinin duyduğunu-müşahede ettiğini belirtmiyor ve başka birisinden bu bilgiyi aldığını söylüyorsa bu, haberin o ikinci kimseye isnat edildiği anlamına gelir. Bu haberi bir başkasından duyduğunu belirtme işlemi ya da isnat, haberi müşahede ettiği bilinen kimseye kadar zincirleme halinde sürer. Dolayısıyla sözün-olayın gerçekten de mevcut olduğuna inanabilmemiz için haber zincirindeki her bir adamın doğru sözlü ve kuvvetli hafızalı olduğunu bilmemiz gerekmektedir. Ancak bu şartlar sağlandıktan sonradır ki biz o haberin doğru, sağlam, sağlıklı (sahih) olduğuna kanaat getirebiliriz. (Buna hadis terminolojisinde “sahih” ismi verilir)

Haberin sağlıklı olduğunda dair bizde ciddi kanaatin oluşması, ona göre eylemlerimizi ve duruşumuzu ayarlamamız için yeterlidir. Bununla beraber, eğer söz konusu şeyin doğruluğuna dair aklımızda hiçbir soru işaretinin kalmamasını istiyorsanız bu takdirde haberin farklı kişilerce de bize aktarılmış olmasını beklersiniz. Yolda durup uzak bir yerin adresini sormak istediğinizi ve tam bu sırada daha önceden de tanıdığınız, güvendiğiniz ve hafızasına itimat ettiğiniz bir dostunuzun çıktığını düşünün. Onun vereceği malumata güvenirsiniz ve arabanızı bu malumata göre sürmeye başlarsınız. Bununla beraber yolda karşılaştığınız diğer kimselere de aynı yerin adresini sorarsınız; bu, bilgiyi ilk veren kişiye güvensizliğinizden değil şüphelerinizi tam olarak gidermek istemenizden kaynaklanır. O kişiler de ilk dostunuz gibi belli kriterleri sağlıyorlarsa ve verdikleri malumat onun verdiğiyle aynı doğrultudaysa artık hiçbir şüpheye mahal kalmaz.
İşte hadis tarihinde bir hadisin birden çok (en az 4) sahabe tarafından sonraki nesillere katlamalı biçimde (yani her nesilde en az 4 kimseyle) aktarılmasına “mütevatir hadis” ismi verilir. Her nesilde doğruluğunda ve hafızasında arıza olmayan, yani kasten veya tesadüfen yalan-uydurma bir söz üzerinde ittifak etmeleri mümkün olmayan[12] dört veya daha çok kimsenin bir sonraki nesle söz konusu hadisi aktarması durumu mütevatir olarak tanımlanmıştır.[13]
Yüz binlerce hadisin olduğuna yönelik bilgiler de hadis rivayetin bahsettiğimiz katlamalı biçimde ilerlemiş olmasından kaynaklanmaktadır. Mesela “Kim benim adıma yalan söylerse…” diye başlayan hadis, 89 farklı sahabe tarafından aktarılmıştır ve bu 89 aktarım da ayrı birer hadis olarak kabul edilmiştir. Bu aktarım ikinci ve üçüncü nesillerde de meydana geldiğinden katlamalı biçimde artışa yol açmıştır. Dolayısıyla metinleri yani içerikleri aynı bile olsa farklı isnat yollarıyla geldiğinden farklı birer hadis olarak sayılmışlardır. Dolayısıyla sahih hadislerin sayısının (metinleri farklı olacak biçimde) yaklaşık olarak 10.000-12.000 olduğu tahmin edilmektedir.
Sonuç
Gerek sosyal medyada gerekse gündelik hayatımızda birçok haber ve birilerine isnat edilen sözlerle karşı karşıya kalmaktayız. Acaba bunları herhangi bir tahlile tabi tutuyor ve belirli kriterler süzgecinden geçirip doğru, hatalı veya yalan haber şeklinde ayırabiliyor muyuz? Konuşma ve eylemlerimizin aldığımız haberlere göre şekillendiğini hesaba kattığımızda, hakikaten de haberlerin incelenmesinde kendimize bazı sağlam prensipler belirlememiz gerektiği aşikardır. Teorik haliyle hadis disiplini, kanaatimizce bize bu konuda güzel bir örneklik teşkil etmektedir. Bununla birlikte işin pratik yönünü, yani yazı boyunca sayıp döktüğümüz ilkelere ne kadar riayet edildiğini bir sonraki yazımızda incelemek azmindeyiz.
NOT: Bu yazıda râvilerin “adalet” ve “zabt” durumlarına ilişkin sıfatların anlatıldığı anoloji ve mütevatir hadis kavramının anlatıldığı temsil, doktorasını “Hadis” ilmi dalında yapmış Prof. Dr. Halis Aydemir’in Siyer Vakfı’nda verdiği aşağıdaki seminerden ilhamla düzenlenmiştir:
https://www.siyervakfi.org/hadis-rivayet-sistemine-matematiksel-bir-bakis-prof-dr-halis-aydemir/
Yazı serisinin bir sonraki (ikinci) yazısını okumak için tıklayınız.
Kaynakça ve Dipnotlar
[1] Bkz. Prof. Dr. Ahmet Yücel, Hadis Usulü, İFAV Yayınları, 46. Baskı, 104-118. sayfalar
[2] Ravilerin tenkidi, daha Hicri 1. asırda Said b. Müseyyeb, Muhammed b. Sîrîn gibilerince başlatılmış; Hicri 2. asırdaysa Şu’be b.Haccac, Süfyan es-Sevri, Malik b. Enes gibilerince sistematikleştirilmiştir. Bkz. Prof. Dr. Bekir Kuzudişli, Hadis Tarihi, Kayıhan Yayınları, 3.Baskı sayfa 115
[3] Ebû Dâvûd, Tıb, 1.
[4] Diyanet Hadislerle İslam, Diyanet İşleri Başkanlığı
[5] Hz. Ömer bu gruptakilere örnektir. Buhârî, İlim, 27.
[6] Hz. Ebu Hüreyre bu gruba girmektedir. Bkz. Prof Dr. İ. Lütfi Çakan, Ana Hatlarıyla Hadis 50.sayfa
[7] Hz. Zübeyr bin Avvam bu gruptakilere örnektir. Buhari İlim, 38; Prof. Dr. İ. Lütfi Çakan, Ana Hatlarıyla Hadis 46.sayfa
[8] Hz. Abdullah bin Mes’ud gibi… Prof. Dr. İ. Lütfi Çakan, Ana Hatlarıyla Hadis 49.sayfa
[9] Yine Hz. Ebu Hüreyre bu gruba misal verilebilir. Dârimî, Mukaddime, 27
[10] En çok hadis aktaran kadın sahabe olan Hz. Aişe, bu oto-kontrol mekanizmasının başında bulunmaktadır; hatta kendisine sorulan rivayetler hakkında yaptığı düzeltmeler, müstakil bir kitabın konusu olmuştur. Bkz. ez-Zerkeşi, el-İcabe. Kontrolsüz hadis rivayetini engellemek için bizzat ilk iki halifenin girişimleri de olmuştur. Bkz. Prof. Dr. İ. Lütfi Çakan, Ana Hatlarıyla Hadis
[11] Hadis aktaran sahabi sayısının 4000 kişi olduğunu söyleyen Hakim en Neysaburi’nin tahminini esas alacak olsak dahi yine %96 gibi büyük bir oran karşımıza çıkmaktadır.
[12] Buradaki “mümkün olmama”nın karakter ve hafıza bakımından tahlilleri yapılmış ve tam geçer not almış, ayrıca birbirinden coğrafi olarak uzakta-haberleşmeleri pek mümkün olmayan kimseler hakkında tahkikat sonrası verilmiş bir hüküm olduğunu hatırlamakta fayda var.
[13] Bkz. Prof. Dr. Ahmet Yücel, Hadis Usulü, İFAV Yayınları, 46. Baskı, 154-160. sayfalar