Bu yazıyı 13 dakikada okuyabilirsiniz.
Yazı serisinin bir önceki (sekizinci) yazısına ulaşmak için tıklayınız.
Doğa yasalarının nereden geldiği sorusuna cevap aradığımız ve bu soruya verilen cevaplardan mevcut bilimsel paradigmanın, metodolojik natüralizmin, savunmamıza “izin verdiği” yaklaşımları irdelediğimiz yazılarımızın sonuncusunda yasaların evrensel özellikler olarak soyut biçimde evrende var olup soyut olanı yönettiği iddiasında bulunan bilimsel realizmi inceliyoruz. Müteakiben, yasaları yalnızca düzenliliklerin bir ifadesi olarak gören “düzenlikçi” yaklaşımı [1] ele almalıyız; zira başlıkta belirttiğimiz doğa yasası argümanı ancak yasaların kendi başlarına bir varlıklarının olmadığı ve yansıttıkları düzenliliğinin kaynağına inebilmek için doğa üstüne başvurmanın gerektiği farkına varıldıktan sonra anlamlandırılabilecektir.
Bilimin Yasalarına Zihinden Bağımsız Varlık Atfetmek: Bilimsel Realizm
Bilimsel realizmin tam olarak ne olduğunu anlayabilmemiz için öncelikle Platon’cu gerçekçilik anlayışına tekrardan değinmemiz gerekiyor. Platon’a göre elinizdeki kırmızı kalemden, ağaçtaki bir kırmızı elmaya, bayrağımızdaki kırmızılıktan belki de caddeden geçmekte olan kırmızı bir arabaya kadar kırmızı olan şeyler tarafından paylaşılan kırmızılık özelliği, onu örnekleyen cisimlerin varlığından bağımsız soyut bir varlığa sahiptir. [2] Platon’un böyle bir yargıya varmasında nesneler hakkında vardığımız hükümlerin -mesela “Bu kalem kırmızıdır” gibi- belirttikleri kesinliğin, onların düşünülür olmasında ve bu düşünülür olmanın gerçekte var olmayı gerektirmesinde aramamız gerekir. [3] Zira olayların “niye öyle değil de böyle” gerçekleştiklerini açıklamak için, düşünülürlerin-ideaların onların somut olarak göründüğü-örneklendiği cisimlerden ayrı soyut bir varlığa sahip olduklarını kabul etmek gerekir. Bu tıpkı, dış dünyada “üçgen” isminde bir nesne olmamasına karşın, birçok nesnenin üçgen olma özelliğiyle betimlenmesi gibidir; Platon matematiksel nesnelerin bu özel konumunun evrendeki diğer özellikler için de geçerli olduğunu düşünmüştür.
Peki, bilimsel realizmin gerçekçilik anlayışı nasıldır? Bilimsel realizm; doğa yasası, kuvvet kuramsal terimler (kütleçekimi, sıcaklık vb.) gibi kavramların bilimsel teorilerde yüksek bir açıklayıcılık sağladığını ve onların varlığını doğrudan gözlemleyemesek de bilimin başarılı olmasının onların dolaylı yoldan var olduğunu gösterdiğini iddia eder. Yasaların bu “var oluşuna” ise, Platoncu gerçekçilikten hareketle, evrende uzay-zamanda yer almadan soyut biçimde var olan özellikleri temel olarak gösterir. Mesela elektronların -1,6 * 10-19Coloumb elektrik yüküne sahip olmaları, elektron olmaya ilişkin özelliğin ya da elektromanyetik yasanın bütün elektronları aynı anda etkilemesinin bir sonucu kabul edilir. Benzer biçimde “Su donduğunda genleşir” şeklinde belirtilen yasanın su olmaya ilişkin özelliklerle donduğu zaman genleşmeye ilişkin özelliklerin somut olanda -su moleküllerinde- yasanın gerçekleşmesi için gereken fiziksel değişimleri zorunlu olarak ortaya çıkardığı iddia edilir. Kısaca bilimsel realizme göre yasalar gerçekten vardırlar ve bir hükümdarmışçasına fiziksel dünyayı etkilemektedirler.

Elbette bilimsel realizmin mevzubahis tezlerine karşı pek çok ciddi itirazlar yönetilmektedir ve aslında bilimsel realizm Aristo’dan beri bu itirazları aşabilmiş değildir. İlk itiraz, yalnızca empiristlerin değil birçok spiritüalistin de ifade ettiği üzere doğa yasalarının varlığının ancak kağıt üzerinde olduğu, bu yasaların insandaki “alışkanlık” “adet” eğilimlerinin de etkisiyle zihinde kurulan ve varlıkları ancak “zihni” olan şeyler olarak görülmesi gerektiğine ilişkindir. Zira doğa yasaları kavramı nedensellikle pek yakından ilişkilidir ve eğer doğa yasaları bir nedensel güce sahip oldukları varsayılacaksa bile bu varsayım onları, klasik nedenselliğin aceleci ön yargısına dayandıkları şüphesinden kurtaramayacaktır. Yani bu ön yargı, iki olgunun ya da iki varlığın zamansal-mekansal komşuluğun onlardan önceki olanın sonraki olanı etkilediği-değişime uğrattığı şeklinde yorumlanmasından kaynaklanır.
Halbuki bu metafizik etki iddiasının, yalnızca bir temasa değil etkileyenin metafizik yetkinliğine de dayanması gerekmektedir. Evrende soyut olarak var olan bir yasanın, alakadar olduğu hadsiz sayıdaki cisimciğe aynı anda nüfuz edebilecek bir kudrete, onlara kazanmaları gereken özellikleri verecek bir bilgiye ve iradeye sahip olduğunu savunmak, adeta her bir yasayı sonsuz sıfatları olan ilah konumuna getirmek demektir ki aslında bu bilimsel realizmin-natüralizmin panteizmle neticelenmesinin gayet mümkün olduğunu da göstermektedir.
Nitekim madde-dışı soyut “varlıklara” verilen bu özellikler doğanın tanrılaştırılmasına yol açmıştır. Spinoza’nın temellerini attığı bu görüş, Tanrı’yı evrene yayıp evrenle özdeşleştirme yani Tanrı’nın evrenden bağımsız varlığını inkar edip O’nun bazı sıfatlarını evrene yükleme düşüncesinden başka bir şey değildir. [4] Spinoza doğa yasalarını hem varlıkların özlerini oluşturan kendilerine has ve onlara “kazınmış” tabiatlarından kaynaklanan yasalar olarak hem de daha üst düzeyde bütün cisimlerin nasıl hareket edeceğini belirleyen onları metafiziksel olarak idare eden ajanlar -nedenler olarak görmüştür. [5] Buradan hareketle diyebiliriz ki Spinoza, bilimsel realizmin fikirlerini oldukça önceden dillendirmiştir. Gerçekten de bilimsel realizm, yasalara atfettiği zorunluluk ve metafizik güçler nedeniyle “Tanrı’nın faaliyetlerini açıklanamaz bir mistik gücü olan fiziksel yasalara yüklediği” eleştirisine maruz kalmaktadır.[1]

Gerek doğadaki nesnelerin kendilerine gerekse onlar arasındaki ilişkileri anlatan yasalara bazı özel yetkinliklerin (bilgi, seçim gücü ve ontolojik güç) verilmesinin gözlemlenemez birtakım savlar olduklarını söyleyip durduk. Bu noktada “Acaba mevzubahis varlıkların yapıyor göründükleri işleri yapmalarını sağlayacak kadar bu vasıflara sahip olmaları ve bu küçük yetkinliklerini bizden saklamaları mümkün müdür?” sorusu zihinlerimizde belirebilir.
Böyle bir kuşku bazı hususlara yüzeysel yaklaşılmasından doğar. Söz konusu hususlardan birisi “gözlemci hatası” ismini verebileceğimiz bir yanılsamadır. Şayet nesnenin (mesela su molekülünün) yapması gereken işi yürütebilecek kadar (yani canlılığı netice verecek tarzda birçok molekülleri çözebilecek, ilgili kimyasal bağları kurabilecek kadar) bir bilgiye ve güce sahip olması yeterli kabul edilecekse, bu takdirde ilgili nesne için yapılan sınırlamanın da akli bir dayanağı olmalıdır. Diğer bir deyişle olası nihayetsiz bilgi kümesi içerisinden (en absürd bilgileri dahi bu kümeye katabilirsiniz) yalnızca belirli fonksiyonlarla ilişkili bilgiyi su molekülüne varoluşşal anlamda “yükleyebilmemiz” için ya su molekülünün bu seçimi yaptığına kanaat getirmemiz ya da sonsuzda birin gerçekleştiğine inanmamız gerekecektir. Dolayısıyla su molekülüne yüklememiz gereken bilgi vasfı da nihayetsiz olmalıdır. [6] (“Gözlemci hatası” ismini vermemizin nedeni ise, bizim indirgemeci bir yaklaşımla nesnelere yaklaşırken onlara atfedilebilecek sınırsız sayıdaki ilişkisiz görünen bilgiyi gözümüzden kaçırmamızdır.)
Diğer bir sorun birtakım yetkinlikleri olan yasa ya da nesnelerin arasında hiyerarşinin nasıl sağlanacağına ilişkindir. Ontolojik açıdan statüleri birbirine eşit olan yani eşit düzeyde bilgi-güç-iradeye sahip enerji parçacıklarını varsayalım. Bu halde doğada tespit edebildiğimiz düzenliliklerin ortaya çıkması demek mevzubahis atom altı parçacıkların bütünü dikkate alacak şekilde davranmalarıyla mümkündür. Örneğin bir cisim etrafına ısı yayarken her bir atomunun birbiriyle aynı titreşimde olması gerekmez; zaten sıcaklık diye tanımladığımız şey de moleküllerin ortalama kinetik enerjisidir. Öyleyse ısı bir cismin bütününden etrafa q= -k.A.dT/dx formülüne uygun biçimde yayılacak olduğunda, hangi molekülün ne kadar enerji vermesi gerektiği konusunda yetkinlikleri olan varlıklar arasında nasıl “anlaşma”(!) sağlanabilecektir? Yoksa ısı iletim yasası, bilimsel realizmin iddia ettiği üzere her bir moleküle ne yapması gerektiğini söyleyen (!) gizemli bir ruh mudur? Ya da statüleri aynı seviyede olmasına karşın her bir molekül diğerine hem yönetici hem de yönetilen olarak mı düzeni sağlayacaklardır? [7]
Bilimsel realizme ya da onun neticesi panteizme getirilen daha birçok farklı eleştiri bulunmaktadır.[1,2] Fakat biz, bu kadarını kafi görerek onun alternatifi olarak öne sürülen düzenlikçi yaklaşıma geçiyoruz.
Doğa Yasaları Yalnızca Düzenliliğin Bir İfadesidir: Hume’cu Ardışıklık
Hume’cu ardışıklık (Humean supervenience) ilkesine göre, söz gelimi elektronlar ile protonlar arasındaki etkileşimler ne evrendeki soyut varlıkları olan evrensel özellikler tarafından ne de nesnelerin gözlemlenemeyen tabiatları tarafından meydana getirilir. Bu ilişki, elektron ve protonların birbirlerini sürekli tekrarlayan bir örüntü teşkil edecek biçimde izleyivermeleri (supervenience) sonucu oluşur. Gerçekliğin kendisi, partiküllerin mekansal olarak birbirlerini belirli bir biçimde takip etmeleri sonucu meydana gelen bir desendir; öyle ki bu desenden öteye geçip desenin sanatkârını bulamayacağımız iddia edilir. Nihayetinde Hume’cu ardışıklık, hem doğaya içkin bir nedenselliği hem de onu aşkın bir nedenselliği kabul etmeden ulaşabileceğimiz tek gerçekliğin birbiri ardı sırasınca gelen cisimciklerin oluşturduğu düzen olduğunu öne sürer.

Hume’cu ardışıklık, bulunduğumuz evren gibi başka evrenlerin de bulunduğunu ve bu evrenlere ait uzay-zamandaki noktaların herbirinin farklı özellikler göstermekte olduğunu savunur. [8] Bahsedilen özellikler herhangi bir metafiziksel çağrışımı olmaksızın (mesela nesnelerin içkin tabiatı gibi) bu noktolara “bağlı” olarak gerçekleşir ve uzay-zamandaki hareketlerin toplamıdır. “Bu özellikleri bu noktalara atayan birinin olması gerekir mi?” sorusuna çok sayıdaki olası evren gösterilerek söz konusu özelliklerin şansa göre bu noktalara dağıldığı ima edilir. [9]
Ne var ki, Hume’cu ardışıklık da mevzubahis sorun karşısında çaresizdir. Zira makro düzeyde gerçekleştiği iddia edilen bu denenme sınırsız sayıda evreni gerektirmektedir (yukarıda bilimsel realizmi eleştirirken belirttiğimiz sınırsız sayıda bilgi-özellik içeren kümeyi hatırlayınız); dahası böyle çok sayıda varsayımı kabul etmek de yeterli olmamaktadır. Nitekim, moleküller kendilerine şans “eseri” olarak dağılan bu özelliklere göre hareket etmeye devam etmek zorunda değildirler. Şöyle izah edelim: Mesela bir elektrona protona göre nasıl hareket edeceğini ifade eden “elektromanyetik özellik” (yahut tamamen alakasız başka bir özellik) rastgele verilmiş olsun. Bu takdirde, kendi içinde bulunduğu evrenin başlangıcından sonuna kadar (en azından çok uzun sürelerce) elektronun aynı özelliği gösterecek biçimde hareket etmesi zorunlu değildir. Halbuki evrende belirli bir düzenin (belki de hayatı netice verecek bir düzenin) devam edebilmesi için birtakım fiziksel sabitelerin “sabit” kalmasının gerektiğini biliyoruz. Sonuç olarak örneğimizdeki elektronun yüzüne şansın yalnızca bir kere değil sürekli olarak gülmesi gerektiğini söylemeliyiz(!). Hume’cu ardışıklık yasaların olumsu karakterini ve düzenliliği ifade etmesi bakımından başarılıyken nedensel açıdan böyle absürt neticeleri de verebilmektedir.
Sonuç Yerine: Doğa Yasası Argümanı
Son dört yazı boyunca incelediğimiz doğa yasalarının kökeni problemine ilişkin felsefi çözümlerin – özellikle de kendisini doğal olanla sınırlayanların – döngüselliklerini, tutarsızlıklarını ya da çok sayıda ön kabul gerektirmeleri gibi durumları tespit edebildiğimizi düşünmekteyim. İster yasa ile ister yasa olmaksızın açıklanacak olsun, doğada-evrende bilim yapmamıza imkan sağlayacak düzeyde var olan düzenliliğin yalnızca doğal mekanizmalarla açıklanamayacağını, ne elimizdeki bir sihirli değnek gibi tasavvur edilen “şans”ın ne de nesnelere içkin veya soyut olarak kabul edilen tabiat kavramının işe yaramadığını da pekala söyleyebiliriz. Buna rağmen şayet bilimi natüralizmi varsayarak yapacaksak, doğadaki ardışıklığı-ahengi izah için yukarıdaki iki temel kavramdan başka seçeneğimiz de yok gözükmektedir. Ancak kendimizi böyle bir varsayımın dayatması-zorlaması altında hissetmeyeceksek eğer, bu takdirde doğayı “aşan” açıklamaları da göz önüne alabiliriz. İşte bu açıklamalardan biri, belki de en kuvvetlisi de “doğa yasası argümanı” dır.

Doğa yasası argümanı 17.yüzyılda modern bilimin kurucu simalarından olan Robert Boyle ve Isaac Newton tarafından savunulan bir düşüncedir. Doğa yasası argüman basitçe, doğada yasalarla betimleyebildiğimiz bir düzenin var olduğunu, bu düzenin doğadaki nesnelere nedensellik atfederek açıklanamayacağını (çünkü bunun için geçerli bir gerekçemiz yoktur) ve düzeni belirleyen ve uygulayanın (tek neden olarak) sonsuz bir ilim ve güç sahibi bir Zat (Tanrı) olduğunu iddia etmektedir. Newton’un arkadaşı olan Samuel Clarke’ın şu sözü mevzubahis pozisyonu çok net ifade etmektedir “Doğanın seyri, gerçekten ve doğru bir şekilde konuşmak gerekirse, Tanrı’nın sürekli, düzenli, sabit ve tek biçimli bir tarzda belirli etkiler yaratan iradesinden başka bir şey değildir; tamamen iradesine bağlı olduğundan herhangi bir zamanda bu seyrin değiştirilmesi aynen sürdürülmesi kadar kolaydır.”


Açıkça okasyonalist vurgusu hissedilebilecek bu düşünce nedensellik açısından Hume’un eleştirdiği konkürentizm ve natüralizmin içerisine düştüğü belirsizliğe düşmemekte,[11] olabildiğince az varsayımla (hatta tek bir kabulle) olguları açıklayabilmektedir. Gayemiz okasyonalizmi haklı çıkarmak[12] ya da artık herkesin bilimi bu yeni paradigmaya göre yapmasını sağlamak olmadığından kısa keserek şu neticeye varıyoruz: Eğer bilimi gerçekten objektif ve evrensel bir insan faaliyeti haline getirmek istiyorsak onu herhangi bir tezi varsaymadan nötr biçimde icra etmenin yollarını aramalı, en azından sırf baskın paradigmaya (natüralizme) zıt düşüyor diye gözlemsel verileri yorumlamanın diğer yollarını dışarıda bırakmaya kimseyi zorlamamalıyız. Aksi takdirde, bir sonraki yazımızda değinmekte olduğumuz üzere, metodolojik natüralizmi dogmalaştırmış, gerçekliğe ulaşmanın meşru tek yoluymuş gibi zihinlere dikte etmiş ve sonuç olarak bilimciliğe (scientism) sebep olmuş oluruz: Ne yazık ki mevcut durum buna işaret etmektedir.
Yazı serisinin bir sonraki (onuncu) yazısına ulaşmak için tıklayınız.
Kaynakça ve Dipnotlar
1. Swatz, N, Laws of Nature, Internet Encyclopedia of Philosophy, https://iep.utm.edu/lawofnat/ (Son Erişim Tarihi: 31.08.2021). Günümüz bilim felsefesinde doğa yasalarını açıklamak için birbiriyle yarışan iki temel teori bulunmaktadır. Bunlardan birincisi “Düzenlilik Teorisi” olup yasaların yalnızca doğadaki düzenlilikleri ve tekdüzeliği yansıtan matematiksel ifadelerden ibaret olduğunu savunmaktadır. İkincisi yani “Zorunlukçu Teori” ye göre ise doğa yasaları, evrendeki olguları yöneten metafiziksel bir güç olarak addedilir ve bu güç sayesinde yasaların uygulanması “zorunlu” şeklinde tavsif edilir. İleride görebileceğimiz üzere aslında her iki teori de (metodolojik natüralizmin de etkisiyle birlikte) kendisini doğanın içerisinde kalmaya zorlamaktadır.
2. Alex Rosenberg, Bilim Felsefesi Çağdaş Bir Giriş, 4. Bölüm: Yasaların Açıklama Gücü, s.103-105, Çeviren: İbrahim Yıldız, Dipnot Yayınları.
3. Prof. Dr. Ayhan Çitil, Matematik ve İlahiyat, İslam Düşünce Enstitüsü, 13 Mart 2020 tarihli seminer, https://www.youtube.com/watch?v=BcLd2cuTUJY&ab_channel=%C4%B0sl%C3%A2mD%C3%BC%C5%9F%C3%BCnceEnstit%C3%BCs%C3%BC%5B%C4%B0DE%5D
4. Fizik (Doğa) Kanunları Nedir, Ne Değildir? Prof. Dr. Yunus Çengel, http://www.yunuscengel.com/fizik-doga-kanunlari-nedir-ne-degildir/ (Son Erişim Tarihi:31.08.2021)
5. Miller, Jon (2003). Spinoza and the Concept of a Law of Nature. History of Philosophy Quarterly 20 (3):257 – 276.
6. Said Nursi, Risale-i Nur, Lem’alar, Yirmi Üçüncü Lem’a, Üçüncü Kelime, Birincisi, http://www.erisale.com/#content.tr.3.298 /
7. Said Nursi, Risale-i Nur, Lem’alar, Yirmi Üçüncü Lem’a, İkinci Kelime, İkincisi, http://www.erisale.com/#content.tr.3.297
8. Loewer, Barry. “Humean Supervenience.” Philosophical Topics 24, no. 1 (1996): 101–27. http://www.jstor.org/stable/43154224.
9. Dipnot 1: Hume’cu ardışıklığın aslında yazı serimizin 7. yazısında değindiğimiz “Mutlak Olasılıkçı” yaklaşıma oldukça benzediği kolaylıkla fark edilebilir. Her ikisi de “şans” kavramına dayanmaktadır ve bir nedene-faile ihtiyaç duyulmaksızın evrenin açıklanabileceğini iddia etmektedir. Yine her ikisi de doğa yasaları hakkında anti-realist tutumlardır, ilki yasa ve düzenliliği inkar ederken ikincisi yasa ismi verilen genellemelerin “günün sonunda” yanlış çıkabileceğini söylemektedir. İlkinin mikro düzeyde atomların rastgele hareketleriyle üstesinden gelmeye çalıştığı “şans problemini” ikincisi makro düzeyde çok sayıdaki evrenin “deneme tahtası” olmasıyla çözmeye çalışmaktadır.
10. Dipnot 2: İlk adımda “neden?” sorusu hariç diğer soruların olguyu tasvir etmekten öteye geçemediğini ve kısır bir döngüye girdiğini fark edebilirsiniz; ikinci adımda ise eğer neden veya nedenler var ise bunları kategorize etmek için elimizdeki tek kullanışlı sorunun “nerede?” sorusu olduğunu tahmin edebilirsiniz. Zira mesela ilk adımda “nasıl” sorusunu sorarsak alacağımız cevap olgunun hangi aşamalarla gerçekleşmekte olduğudur; ikinci adımda “ne zaman” sorusunu soracak olsak nedeni zamana göre yerleştirebileceğimiz sınırsız zaman dilimi bulunacaktır. Ayrıca felsefe tarihi inceleyecek olduğumuzda şansa-zamana dayalı açıklamaların “Dehriyyun-Materyalizm” ideolojisine kadar uzandığını, içkin nedensellik anlayışının Aristo’ya dayandığını, soyut nedensellik anlayışının kökenini Platon’da bulduğunu ve aşkın-tek neden inancının semavi dinlerden zuhur ettiğini de fark edebilmekteyiz. Böylece bu dört yolun insanlık tarihi boyunca farklı hallerde de olsa mevcut olduğunu ileri sürebiliriz.
11. Plantinga, Alvin. “Law, Cause, and Occasionalism.” (2016).
12. Dipnot 3: Her ne kadar okasyonalizmin felsefi olarak karşılaştığı bazı problemler bulunsa da (gündelik kullanımımıza ters düşmesi, Aşkın Varlık’ın nasıl an be an nesnelere hükmedebildiği ve kötülük problemi gibi) sıraladığımız problemler görece daha az sorun çıkarmaktadır ve düşünce tarihi boyunca verilmiş birçok ikna edici cevapları bulunmaktadır. Mesela nihayetsiz aşkın-münezzeh bir varlığın kudretiyle maddeye nasıl nüfuz- müdahale edebileceği sorusunun aslında birtakım hatalı benzetmelere dayandığına serimizin dördüncü yazısında değinmiştik. Yine bir felsefi düşüncenin, insanlar arasındaki yaygın kullanımlara ters düşmesi onun geçersiz olduğuna dair bir ispat veremez. Kötülük probleminin de benzer biçimde, kötülüğe maruz bırakıldığı iddia edilen şuurlu varlığın sanki varlık statüsü bakımından herhangi bir hakka sahipmiş gibi varsayılmasına dayandığını söyleyebiliriz. Çoğunlukla da aslında şuurlu varlığa mutlak bir iyilik olan onun sürekli olarak varlık sahasında tutulması göz ardı edilerek onun çektiği acılar, musibetler “zoom” edilmektedir. Sonuç olarak varlığa bütüncül bir bakışın bizi gerçek anlamda bir kötülüğe götüremeyeceğini belirtebiliriz.