Yazı serisinin bir önceki yazısına ulaşmak için tıklayınız.
Bu yazıyı 4 dakikada okuyabilirsiniz.
Birleşik Devletler ve Sovyetler Birliği, İkinci Dünya Savaşı esnasında Mihver Devletleri’ne karşı birlikte savaşmıştı. Buna rağmen, iki devlet arasındaki ilişki gergin bir ilişkiydi. Amerikalılar uzun zamandır Sovyet komünizmi tehlikesine karşı temkinli davranmakta ve Rus lider Joseph Stalin’in ülkesindeki zalim yönetimi konusunda ciddi endişe duymaktaydı. Sovyetlerin açısından bakıldığında ise durum pek de farksız değildi. Amerikalıların, onları, uluslararası toplumun meşru bir parçası olduğunu reddetmelerinin yanında -İkinci Dünya Savaşı’na gecikmeli girdikleri için- on milyonlarca Rus’un hayatını kaybetmesinden de Amerikalıları sorumlu tutuyorlardı. Savaşın sona ermesiyle birlikte bu karşılıklı şikayetler yerini derin bir güvensizliğe ve düşmanlığa bıraktı.
İkinci Dünya Savaşı’nın sonrasında Doğu Avrupa’daki Sovyet genişlemesi, Amerikalıların zihnindeki “Rusların dünyayı kontrol etme planı” korkusunu iyice körüklemişti. Aynı zamanda, Sovyetler, Amerikalıların kavgacı söylemlerine, silahlanma hamlelerine ve uluslararası ilişkilerdeki müdahaleci yaklaşımına karşı tepkiliydi. Böyle düşmanca bir atmosferde, Soğuk Savaş için yalnızca tek bir tarafın suçlanamayacağı da bir gerçektir. Hatta tarihçilerin bir kısmı Soğuk Savaş’ın kaçınılmaz olduğuna inanmaktadır.
Soğuk Savaş: Kızıl Tehlike
Bu arada, 1947’den itibaren, Amerikan Karşıtı Faaliyetleri İzleme Komitesi (HUAC) Soğuk Savaş’ı başka bir şekilde topraklarına getirmişti. Bu Komite, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki komünist tehdidinin hala canlı ve aktif olduğunu göstermek için tasarlanmış bir dizi soruşturmaya başladı. HUAC, Hollywood’da, film endüstrisinde çalışan yüzlerce insanı sol siyasi görüşlerinden vazgeçmeye ve birbirlerine karşı tanıklık etmeye zorladı. 500’den fazla kişi işinden oldu. Kara listeye alınmış pek çok yazar, yönetmen, oyuncu ve daha pek çok kişi on yıldan fazla bir süre boyunca tekrar iş bulamadı. Ayrıca, HUAC, ABD Dışişleri Bakanlığı çalışanlarını da karşıt faaliyetlerde bulunmakla suçladı. Kısa süre sonra diğer anti-komünist politikacılar, özellikle de Senatör Joseph McCarthy (1908-1957), bu soruşturmayı federal hükümette çalışan herkesi kapsayacak şekilde genişletti.
Binlerce federal çalışan soruşturuldu, görevden alındı ve hatta haklarında dava açıldı. Bu antikomünist histeri 1950’li yıllara da yayılırken, liberal üniversite profesörleri işlerini kaybetti, insanlardan meslektaşları aleyhine tanıklık etmeleri istendi ve “sadakat yeminleri” yaygınlaştı.
Soğuk Savaş Yurtdışında
Ülkedeki karışıklığa karşı verilen bu mücadele, yurtdışındaki Sovyet tehdidine yönelik artan bir endişeyi yansıtıyordu. Haziran 1950’de, Soğuk Savaş’ın ilk askerî harekâtı, Sovyet destekli Kuzey Kore Halk Ordusu’nun, güneydeki Batı yanlısı komşusunu işgal etmesiyle başladı. Birçok Amerikalı yetkili, bunun, komünist düşüncenin dünyayı ele geçirmek için atacağı ilk adım olmasından korkuyorlardı. Bu durum karşısında, Amerikalı yetkililer, müdahale etmekten başka bir seçeneğinin olmadığını düşünüyordu. ABD Başkanı Truman, Amerikan ordusunu Kore’ye gönderdi, ancak bir çıkmaza sürüklenen Kore Savaşı 1953’te sona erdi.
1955’te Amerika Birleşik Devletleri ve Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü’nün (NATO) diğer üyeleri Batı Almanya’yı NATO üyesi yaptı ve yeniden silahlanmasına izin verdi. Sovyetler, ABD’nin bu hamlesine, Sovyetler Birliği, Arnavutluk, Polonya, Romanya, Macaristan, Doğu Almanya, Çekoslovakya ve Bulgaristan arasında ortak bir savunma örgütü olan ve Sovyetler Birliği’nden Mareşal İvan S. Konev’in komutası altında işleyen Varşova Paktı ile karşılık verdi.
Bunu diğer uluslararası anlaşmazlıklar izledi. 1960’ların başında, ABD Başkanı Kennedy kendi yarıküresinde bir dizi tatsız durumla karşı karşıya kaldı. 1961’deki Domuzlar Körfezi Çıkarması ve ertesi yıl yaşanan Küba Füze Krizi, gerçek komünist tehdidinin artık istikrarsız, sömürge sonrası “Üçüncü Dünya” ülkelerinde yattığını kanıtlıyor gibiydi.
Bu tür bir anlaşmazlık dünyanın hiçbir yerinde, Fransız sömürge rejiminin çöküşünden dolayı güneyde Amerikan destekli-milliyetçi Ngo Dinh Diem ile kuzeyde komünist-milliyetçi Ho Chi Minh arasında bir mücadelenin ortaya çıktığı Vietnam’da olduğu kadar belirgin değildi. ABD kendi politikaları gereği, 1950’lerden beri bölgede anti-komünist bir hükümetin ayakta kalmasına ciddi ölçüde destek veriyordu. 1960’ların başlarında, Amerikan liderlerin, eğer komünist yayılmacılığı bölgede başarılı bir şekilde kontrol altına almak istiyorlarsa, Ngo Dinh Diem adına daha aktif destek vermek zorunda kalacakları açıkça görülüyordu. Ancak, kısa süreli bir askerî harekât olması amaçlanan bu askeri girişim, on yıllık bir çatışmaya dönüştü.
Soğuk Savaş’ın Sonu
ABD Başkanı Richard Nixon (1913-1994) göreve gelir gelmez uluslararası ilişkilere yeni bir yaklaşım getirmeye başladı. Başkan, dünyanın düşmanca ve iki-kutuplu bir yer olduğu düşüncesini geride bırakmak için, “Neden kutuplaşmayı körükleyen askeri harekatlar yerine diplomasiyi kullanmayalım ki?” şeklinde düşünüyordu. Bu amaçla, Birleşmiş Milletler’i komünist Çin hükümetini tanıması için teşvik etti ve 1972’de oraya yaptığı bir geziyle birlikte Pekin ile diplomatik ilişkiler kurmaya başladı. Aynı zamanda Sovyetler Birliği’ne karşı da détente–relaxation (yumuşatma-rahatlama) politikası benimsedi. 1972’de, o ve Sovyet lider Leonid Brejnev (1906-1982), her iki tarafın da nükleer silah üretimini yasaklayan ve onlarca yıllık nükleer savaş tehdidini azaltmak için bir adım olan Stratejik Silahların Sınırlandırılması Antlaşması’nı (SALT I) imzaladı.
Nixon’ın çabalarına rağmen, Soğuk Savaş, ABD Başkan Ronald Reagan (1911-2004) döneminde yeniden kızıştı. Kendi kuşağının birçok lideri gibi, Reagan da komünizmin “herhangi bir yere” yayılmasının özgürlüğü “her yerde” tehdit ettiğine inanıyordu. Sonuç olarak, dünya çapındaki anti-komünist hükümetlere ve isyanlara, mali ve askeri yardım sağlamak için çaba gösterdi. Bu politika, özellikle gelişmekte olan ülkelerde -Grenada ve El Salvador gibi yerlerde- uygulandığı için Reagan Doktrini olarak biliniyordu.
Reagan, Orta Amerika’da komünizmle savaşırken bile, Sovyetler Birliği parçalanıyordu. SSCB’deki ciddi ekonomik sorunlara ve artan siyasi buhrana yanıt olarak, Sovyet lider Mihail Gorbaçov (1931-) 1985’te göreve başladı ve Rusya’nın dünyanın geri kalanıyla ilişkisini yeniden tanımlayan iki politikayı hayata geçirdi: glasnost (siyasi açıklık) ve perestroyka (ekonomik reform)
Doğu Avrupa’da Sovyet etkisi azaldı. 1989’da bölgedeki diğer tüm komünist devletler, hükümetini, komünist olmayan bir hükümetle değiştirdi. O yılın Kasım ayında, on yıllardır devam eden Soğuk Savaş’ın en görünür sembolü olan Berlin Duvarı, Reagan’ın Berlin’deki Brandenburg Kapısı’nda Sovyet başbakanına meydan okumasından sadece iki yıl sonra nihayet yıkıldı: Sayın Gorbaçov, bu duvarı yıkın. (Mr. Gorbachev, tear down this wall!)
1991’de Sovyetler Birliği’nin kendisi dağılmış ve netice itibariyle Soğuk Savaş bitmişti.

*Yazıdaki görseller orijinal metinde bulunmayıp çeviren kişi tarafından eklenmiştir.