Akademik Eser, Kitap, İNCELEMELER

Tabiat Kanunları Değişmez Mi? -4 Zorunsuzluk Doktrini ve Güncel Problemler

Bu yazıyı 9 dakikada okuyabilirsiniz.

(Yazı serisinin bir önceki (üçüncü) yazısını okumak için tıklayınız.)


Kitap incelememizin son yazısında, “Tabiat Kanunları Değişmez mi?” isimli eserin adına da ilham olan doğa yasalarının değişebilmesinin imkanı, bilimsel açıklamalarda oynadıkları rolün nedensellikle ilişkisi gibi 21. yüzyılda dahi tartışılmaya devam eden bir konuya odaklanıyoruz. Öncesinde zorunsuzluk mefhumu üzerine kurulmuş düşünce sisteminde filozofumuz Boutroux’nun deneysel yöntemi, nedenselliği ve bilimi nasıl konumlandırdığını inceledik. Devamında doktrinin, 20. yüzyıldaki bilimsel gelişmelerden ne gibi bir karşılık bulduğuna bakıyor ve teorik düşünceden pratiğe nasıl geçiş yapıldığını inceliyoruz.

Doktrinde Deneyin, Nedenselliğin ve Bilimin Konumu

Mevzubahis düşünce sisteminde deney ya da gözlemlerde bulunma, bizi zorunlu-kesin bilgiye götürmez ve güvenilir bilgiyi elde etmenin yegane yolu halinde tasavvur edilemez. Deney bize, olgulardaki değişmeler sırasında bazı durumların göreceli devamlılığını verebilir; o hiçbir şekilde bize evrensel olan bilgiyi veremez, yalnızca benzeme-art arda gelme- zamandaşlık gibi nesnelerin dış ilişkileri hakkında bizi aydınlatabilir. Bunların haricinde gözlem verileri arasında kurulan nedensellik gibi bazı unsurların zihnin çalışmasıyla meydana geldiği kabul edilmelidir: Deneyin noksanlarını tamamlamak zihne, insan aklına düşmektedir.

Nedenselliğin (kozalite) farklı formlarından empirik-fizik ya da ontolojik kozalite yani sebeplerin sonuçların “var olmasına” neden oldukları (başka bir deyişle sonuçlara vücut verdikleri) form zorunsuzluk doktrinince benimsenmez. Boutroux tarafından (1) nedenselliğin sebeplerin olayların gerçekleşme şartı olarak görüldüğünü,(2) sebeplere metafizik bir güç verilmediğini, (3) nedenselliğin zihin tarafından varlıklara dikte ettirilmesi bakımından zorunlu olarak kabul edildiğini söyleyebiliriz. Nedensel ilişkinin bizce zorunlu görülmesinin sebebi, (4) onun nesnelerin tabiatını yönetmesinden dolayı değil zihnimizin bu bağı kurmaya yatkın olmasındandır. Nihai olarak nedensellik, varlıkların kendi içkin özelliklerinden kaynaklanmayan, (5) dış dünyadaki varlığa nüfuz edemeyen zihinsel bir bağlantıdır. İlaveten bazen çok küçük sebeplerin büyük sonuçlara neden olabildiği, dolayısıyla sebep ile sonuç arasında var olan bu uçuruma rağmen onların eşdeğerliymiş gibi alınamayacakları da dile getirilmiştir.

Resim 1. Nedenselliğin nesnelerin içsel bir özelliği mi yoksa zihnimizin gözlemlenilen düzenlilik sonucu nesnelere dayattığı dışsal bir nitelik mi olduğu tartışması da olumsuluk doktrininde önemli bir yer işgal eder.

Zorunsuzluk doktrininde, varlık tabakalarının incelenebilmesi ve onlardaki olumsuluğun ortaya çıkarılabilmesi için bilimsel bilgilerin, keşfedilen doğa yasalarının üzerine düşünülmesi, felsefi bir tetkikten geçirilmesi elzemdir. Öyleyse bilimsel veriler olmadan bu sistemin inşa edilebilmesi mümkün görünmektedir. Fizik dünya hakkında bilgi kazanabilmemiz için deneye- gözleme başvurmamız gerektiği, aksi takdirde soyut bilimlerle (mantık, matematik, mekanik) onu tanıyamayacağımız vurgulanır.

Boutroux’nun sisteminde tecrübi yöntemin sınırlarının gösterilmesi, bu yönteme dayanan bilimsel araştırmanın mahkum edilmesi için değildir; aksine deneyden vazgeçilmemesi için deneyle felsefi düşüncenin birbirini tamamlaması arzulanır. Pozitivizmin ve determinizmin bilimlerde geçerli olduğunu savundukları zorunluluğun yıkılmasıyla pozitif bilimler kıymetten düşmez; zira dış dünyayı öğrenebilmek için hâla onlara başvurmamız gerekmektedir. Zorunluluğun yıkılması, bilimsel bilginin göreceli ve kesin olmayan bir karakterde olmasını netice verir.  Bahsettiğimiz sonuç, günümüzde herkesin diline pelesenk olmakla birlikte, Boutroux’nun fikirlerini sistematikleştirdiği dönemde bilimsel bilgilerin “objektif” “kesin” “evrensel”  kabul edildiğini ve günümüzde de bu görüşte bulunanlar olduğunu nazar-ı dikkate aldığımızda mevzubahis sonucun önemi daha fazla olmaktadır.

Olumsuluk fikri, Boutroux’da bilimciliğe karşı bir tepki olarak doğmuştur. Onun temel tezlerinden birisi, doğa bilimlerinin ve kanunlarının zorunlu, zorlayıcı olamayacağı dolayısıyla da 19. asırda katı deterministlerin, evrensel mekanizmi benimseyenlerin, pozitivistlerin ve bilimcilerin (“scientisim” mensubu düşünürlerin) iddia ettiği üzere ahlak, sanat ve din gibi normatif yani değerlere ilişkin alanları yönetemeyecek olmasıdır. Zira değerler alanında deneysel metodun yakalamayacağı pek çok kavram yer almaktadır; yani deney fiziksel olarak tespit edilemeyen şeyler hakkında kullanışsız bir vasıtaya dönüşmektedir.

Resim 2: Bilimcilik, kökleri 19. yüzyıla dayanan bir düşünce biçimidir ve 19. yüzyıl felsefesinde önemli tesirleri bulunan Boutroux tarafından da eleştiriye tabi tutulmuştur.

Olgular Seli – Doğa Yasaları Benzetmesi

Filozofumuzn doğa yasaları hakkındaki düşünceleri anlayabilmemizin en iyi yolu, bizzat onun da kullandığı olgular seli – nehir yatağı temsilidir. Temsildeki olgular seli, tabiatta gözlemlediğimiz bir dizi olaya; nehir yatağı tabiat kanunlarına karşılık gelir. Buna göre, belirli bir olaya ait birçok olgunun hep aynı tarzda – yönde gerçekleşmesi (akması), zihnimizde o olgunun sürekli o tarzda cereyan edeceğine ilişkin bir etki, iz bırakır ki bu iz, selin toprakta bıraktığı ize (nehir yatağına) benzer. Öyleyse tabiat kanunu, bizlere öğretilenin aksine, doğadaki varlıkların kendisinde bulunmayıp yalnızca bilim adamlarının zihninde yer alır. Diğer bir ifadeyle, doğadaki olaylar tabiat kanunlarının eseri olmayıp aksine tabiat kanunları olayların eseridir. (Olayların sürekli aynı şekilde gözlemlenmesinin zihnimizde doğurduğu bir etki, alışkanlıktır)

Bilimsel anlatıda sıklıkla rastladığımız “doğa yasaları tarafından yönetilmektedir” ifadesinin olguların yasaların belirttiği tarzda gerçekleşmek zorunda olduğu (pozitivizmin iddiası) ve/veya doğa yasalarının nesnelerin sahip olduğu bir nedensel güç-yetkinlik olarak olguları icat ettiği (materyalizmin/natüralizmin iddiası) şeklinde iki farklı manası mevcuttur ki Boutroux, ikisini de reddetmiştir. Zira ona göre nedensellik/tabiat kanunları, nesnelerin sahip oldukları özellikleri tanzim edebilecek konumda değildir; nitekim onların dış dünyada harici bir varlıkları yoktur. 

Resim 3: Yasaların atomların içine “yerleşmiş” olguların belirli yönde akmasını zorunlu “kılan” gerçek varlıklar olarak görülmesi olumsuluk doktrininde kabul görmez.

Kanunların belirttiği süreklilik ve değişmezlik, insan zihninin alışkanlık özelliği sonucu deney verilere ilave ettiği bir unsurdur, yoksa realitede geçerliliği yoktur. Yalnız burada söz konusu alışkanlığın (ki Hume’un da kullandığı bir kavramdır) da bir zorunluluk belirtmediğini söylemeliyiz; zaten düşünce tarihinde nedenselliğe zıt görüşlerin tutarlılıkla ortaya konulabilmesi de alışkanlığımızın zorunsuzluğuna işaret etmektedir. Olgular seli benzetmesinde düşünürümüzün vardığı bir diğer sonuç da “selin” farklı yönde akması sonucu (yani olguların farklı olarak gerçekleşmesi) nehrin yatağının da farklı bir biçime bürüneceğidir (doğa yasalarının da değişeceğidir). Bu iddiadır ki kitabın ismine ilham olmuştur.

Mekanizm – Gayelilik (Finalite) Kavgasında Boutroux’nun Tavrı

Mekanizm, evrendeki olgularda yalnızca nesnelere ait “kuvvet” ve “hareket”in icraatta olduğunu savunan düşüncedir. Her türlü doğa üstü tesir açıklamaların dışına itilir; zira bu tesirlere ihtiyaç duymak kuvvet ve hareketin yetersiz olduğunu kabul etmektir. Gayeliliğe göre ise eşyanın “kendi” hareketi, “hedefe” varmak için yetersiz olduğundan onların bir amil tarafından gayeye ulaştıracak şekilde düzenlenmeleri gerekmektedir. Bu sebeple mekanizm, gayeliliğe, kendisini yetersiz bulduğu için karşı durmaktadır. Kitapta mekanizmin, fizik bilimi açısından artık geride kaldığına ilişkin gelişmeler özetlenirken, kuantum fiziğinin ihtimaliyetçi-belirsiz yapısının Boutroux’nun savunduğu endeterminist (belirlenimsizlik) anlayışa daha uygun düştüğünden bahsedilmektedir.

Biyolojide mekanizm konusunda özellikle Descartes’ın hayvanları “otomatik makineler” şeklinde görmesi dönüm noktasıdır; daha sonrası vitalizme karşı hayatı fizikoşimik (fiziksel ve kimyasal) kuvvetlere indirgemeye çalışan yaklaşımlar ve özellikle 19. yüzyılda C. Bernard’ın fizyolojiyi kurarak hayatın yalnız fizik-kimya olaylarıyla açıklanması gerektiğini savunması Boutroux’nun hedef tahtasındadır. Filozofumuza göre, hayatın fiziksel ve kimyasal süreçlere indirgenmesini engelleyen şey, onun gösterdiği gayeliliktir. Gayeliliğe, fonksiyonu kanı süzmek olan böbreğin bu fonksiyonuyla birlikte “kanın atık maddelerden temizlenmesi ve böylece organizmanın zararlı bileşiklerden korunması” gayesine hizmet etmesi örnek verilebilir.

Buradaki temel problem, organın fonksiyona göre mi var edildiği yoksa fonksiyonun aslında organın bir ürünü olup herhangi bir gayeliliği gerektirmediği midir? İkincisinin iddia edilebilmesi için organın (böbreğin) tabiatı gereği ve zorunlu olarak “kanı süzme özelliğine” sahip olduğunun ortaya konması gerekir; halbuki filozofumuzun düşüncesine göre ne böyle bir nedensel yetkinlikten ne de doğa yasalarının icbarından bahsedilebilmektedir. Dolayısıyla, hakikatte belirli bir fonksiyonu yerine getirmek zorunda olmayan organların, şuurun tespit edebildiği bir amaç etrafında bu fonksiyonları icra ediyor gözükmesi gayeliliğin temellendirilmesini sağlamaktadır. Boutroux, gayeliliğin tabiata içkin olmadığını, deneyden çıkarılamayacağını, zihnimizde bir kanun olarak tespit edildiğini; bununla birlikte nedensel açıklamanın yetersiz kaldığı durumlarda bu ilkeye başvurulabileceğini belirtmektedir.

O, canlılar alemindeki gayelilikten insan fiilerindeki gayeliliğe geçiş yapmakta, insanlar için gayenin mükemmeliğin kendinde görünmesi için iradesini, aklını ve duygularını yetkinleştirmek olduğunu ifade etmektedir. İnsanda finaliteyi fiillerinin özgür olmasına (yasaların baskısı altında olmamasına) ve yetkinliğini arttırmasına dayandıran Boutroux, Bacon’un aksine, doğaya egemen olmanın yolunu, doğa bilimlerine sarılmak değil; bu bilimleri tetkik edip onlardaki zorunsuzluktan, özgür iradeye oradan da gayeliliğe geçmek ve böylece insanı kendi tabiatına-doğaya köle olmaktan kurtarmak şeklinde tarif etmektedir.

Doktrinin 20. Yüzyıldaki Bilimsel Gelişmelerle Desteklenmesi

Filozofumuzun, deney araçlarının yetersizliğinden dolayı olgularda sürekli kalacağını savunduğu “belirsizlik tortusu” ve tabiatta ölçüm araçlarımız ne kadar mükemmel olsa da yakalayamayacağımız çok küçük etkenlerin bulunduğunu iddia etmesi; 20. yüzyılda keşfedilen kanunların (kuantum teorisine ilişkin yasalar) kesinlik belirtmeyen, bilakis olasılıklar belirten yapıda olmalarıyla desteklenmiş gözükmektedir. Bir parçacığın yerinin ve hızının aynı anda kesin biçimde bilinemeyeceğini formüle eden  Heisenberg’in Belirsizlik İlkesi ve başlangıçtaki çok küçük tespit edilemeyen etkenlerin büyük sonuçlar doğurabileceği fikrine dayanan Kaos Teorisi mevzubahis gelişmelere örneklik teşkil eder. İlaveten Boutroux’nun bizim doğayı deneylerimiz vasıtasıyla yalnızca kesikli – süreksiz anlar şekilde anlayabileceğimiz düşüncesi, Max Planck tarafından geliştirilen kuant (süreksiz enerji paketçiği) kavramıyla yakından ilişkilidir. 

Resim 4: Heisenberg Belirsizlik Prensibi

Sonuç

Olumsuluk doktrini, yalnız bir hürriyet öğretisi  değildir; o aynı zamanda insanı yüceltmeyi, şahsiyetini koruyarak geliştirmeyi, bedeni arzularının ve maddesinin boyunduruğundan kurtarmayı hedefleyen bir atılım hareketidir. İnsana doğaya uymak zorunda ya da onun zorlayıcılığına tabi olmak mecburiyetinde olmadığını göstererek ondan “devamlı bir şuur halinde olmasını, daimi bir çaba ile mekanik tekrara düşmeden, körelmeden, en önemlisi (“belirlenmiş kapasitem bu kadarmış” diye) karamsarlığa kapılmadan” idealine doğru yürümesini isteyen pratik bir düşünce sistemidir. Boutroux, mevzubahis sistemi ustalıkla ve orjinallikle kurmayı başarmış, Bolay hocamız ise bunu güzel bir biçimde yansıtabilmiştir.

Kitabın sonlarına doğru “Ekler” isimli bölümde yer alan ve eleştirilere cevap mahiyetindeki iki yazıda hocamız Süleyman Hayri Bolay’ın uslubu çok sert ve saldırgan olarak addedilebilir. Bununla birlikte hocanın (“felsefi yetişmişliği-formasyonu olmayan” “tezini MEB’in imkanlarını sömürerek bastırtan” “felsefeyi küçümseyen ama kendini filozof olarak gören””kitabında dini propoganda yapan” “felsefeyi dinsel dogmaların savunusunda kullanan” “çağ dışı” “kültür yıkıcısı” gibi ) türlü ithamlara maruz bırakılıp ötekileştirilmeye çalışıldığını ve düşünceleri üzerinden değil de kendisine şahsiyat yapılmak (ad hominem) üzerinden değerlendirildiğini fark edecek olduğumuzda cevap olarak bazen ağır kelimelerin kullanılmasını kanaatimce büsbütün yadırgamak mümkün değildir.  90’lı yılların konjonktüründe daha iyi anlaşılabilecek bu kavganın, günümüzde ve geleceğimizde tekrarlanmaması dileğiyle içerik ve emek olarak dopdolu bu kitabın incelemesini tamamlıyorum.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s