Bu yazıyı 7 dakikada okuyabilirsiniz.
(Yazı serisinin bir önceki (ikinci) yazısını okumak için tıklayınız.)
Bu yazımızda, bir önceki yazıdan devamla psikoloji ve sosyolojinin kanunlarına dair eleştiriyi inceliyoruz. Psikolojik ve sosyolojik vakaların fizik ve coğrafi şartlara indirgenmesinin imkanının tartışıldığı bu bölümlerde zorunsuzluk fikrinden insan hürriyeti fikrine nasıl geçiş yapıldığını da fark edebileceğiz. Sonrasında ise Boutroux’nun geliştirdiği zorunsuzluk doktrininin tam olarak neyi karşıladığından, zorunsuzluğun şans kavramından farklılığından ve söz konusu öğretide varlık katmanlarının hangi rolü oynadığından bahsetmeye çalıştık.
(7) Psikoloji kanunlarının tenkidinde Boutroux, kendisinden önce ortaya atılan ve zihnin nasıl çalıştığını açıklamaya çalışan Descartes’ın ruh – beden paralelizminin[1], modern psikolojinin kurucusu kabul edilen John Locke’un çağrışımcı ve atomcu psikolojisinin, “içe bakışa” şuura dayanan psikolojinin ve özgür iradeyi mekanizme indirgemeye çalışan psiko-fizik anlayışın hem yeterli olmadıklarını düşünmekte hem de onların mekanist açıklama tarzlarını doğru bulmamaktadır.
Descartes’ın düalizmine dayanan paralelizm görüşünü, nörolojik olayların tamamen ölçülebilir olmasına karşın psikolojik olayların hem ölçülmesi hem de bu nörolojik olaylara tekabül derecesinin belirlenmesinde büyük bir kesinliksizliğin mevzubahis olduğunu öne sürerek eleştirmektedir. Filozofumuza göre ruh hakkında bedene dayanarak hükümlerde bulunmak, ruhla bedeni özdeşleştirmek tehlikesini doğurur. Uyaranlara karşı zihinde meydana gelen duyumların – hislerin arasında ölçülebilir bir ilişki bulunduğunu savunan psiko-fizik anlayış da paralelizme dayanmaktadır. Ruhsal olayların hareket cinsinden ölçülemeyeceğini belirten düşünür, psiko-fizik anlayışa da karşı çıkmaktadır.

Boutroux, psikoloji kanunlarını, sinirsel olayların sürekli aynı tarzda psikolojik olaylarca takip edilmesinden ibaret olarak ele alır. Diğer bir deyişle gözlemcinin tespit edebileceği şey, yalnızca, belirli sinirsel olaylar gerçekleştiğinde aynı zamanda belirli psikolojik durumların da ortaya çıkmasıdır; yoksa gözlemcinin bu ardışıklığın ötesine geçerek psikolojik olayları nörofizyolojik olaylarla özdeşleştirebilmesinin ne zorunlu ne de geçerli olduğu iddia edilebilir.
(8) Sosyoloji kanunlarının tenkidinde, sosyolojideki tarihçi yaklaşım ile fiziko-sosyal yaklaşımın (natüralist sosyoloji) zayıf ve hatalı yönleri gösterilerek eleştirilmekte, bunların yerine “felsefi sosyoloji” ismi verilen bir anlayış ikame edilmeye çalışılmaktadır.
Tarihçi yaklaşım, insan davranışlarının tarih boyunca sürekli bir biçimde aynı nedensellik ilişkisine tabi olduğunu savunmaktadır. “Tarih, tekerrürden ibarettir” serlevhasıyla savunulan bu anlayışı filozofumuz; tarihi olayların iddia edildiği üzere sürekli aynı şekilde cereyan etmediğini, tarihi olguların çok karmaşık bir örgüsü bulunduğundan dolayı çok nadir olarak ortak sebepler belirlenebileceğini ve bire bir tekrara müsait olmadıklarını ileri sürerek reddetmekte, pozitif bilimlerde kastedildiği manada kesin – değişmez bir ilişkinin (kanunun) ortaya koyulamayacağını savunmaktadır.
Fiziko-sosyolojik yaklaşım ise sosyal olguları, sosyal öncüllere dayanarak değil; gözlenebilen ve ölçülebilen dış şartlara (nüfus sıklığı, gıda madde miktarı, iklim şartları vs.) bağlamak suretiyle izaha çalışmaktadır. Fizik şartlar ile sosyal olgular arasındaki münasebeti kavramanın zannedildiği gibi kolay olmayacağını düşünen filozofumuz bunu “iş bölümü” örneğiyle açıklamaktadır. Darwin’e göre benzer canlılardan ziyade, farklı canlılar yan yana daha kolay yaşarlar, aralarındaki hayat kavgası daha az şiddetlidir. Bunun sebebi, fonksiyonları ve gereksinimleri farklı olan bu canlıların, gereksiz yere bir hayat kavgasını önlemek için iş bölümü yapmaya gitmeleri şeklinde açıklanmaktadır. Boutroux, bu öncülle (hayat kavgası) sonuç (iş bölümü) arasındaki ilişkinin pozitif kanunların gerektirdiği bir matematiksel kesinlikle tayin edilemeyeceğini düşünür. Ayrıca ona göre hayat kavgasının başka çözümleri (kavgadakilerin birbirlerini yemeleri) de hâla mümkündür.
Ona göre, fizik ile sosyolojinin parametrelerinin ilişkilendirilebilmesi için aralarında bir eş değerlilik bulunması gerekmektedir; halbuki çoğu sosyolojik vakada bu söz konusu değildir. Bunu “Dini bir hareket, ibadette kullanılan eşyanın ticaretiyle ölçülebilir mi? sorusuyla dile getirir. İstatistiğin de sosyolojide arzulanan matematiksel ilişkiyi kurmada yetersiz kalacağını, zira istatistik verilerinin birtakım şahsi kanaatlerle tamamlanmak mecburiyetinde olduğunu söyler. Günümüzde özellikle sübjektif Bayesçiliğin de kabul ettiği bu husus, istatistiksel süreçte belirlenen önsel olasılığın kişiden kişiye değişebilir (sübjektif) olmasından kaynaklanmaktadır.
Bunlara karşılık Boutroux’nun ortaya attığı felsefi sosyoloji ise önceki tetkiklerde tabiat kanunlarının insan iradesi üzerinde zorlayıcı bir tesiri bulunmadığının aşikar olmasına binaen, herhangi bir otorite altında olmayan insanoğlunun, kendi kanunlarını kendi düşüncesine-felsefesine göre belirleyip uygulaması gerektiğini iddia etmektedir. Böylece natüralist sosyolojinin savunduğu “tabiatın otoritesine” uygun hareket etmek anlayışından, insan zihninin, kuralları kendi düşüncesine dayanarak istediği gibi koyabildiği bir anlayışa geçiş yapılmaktadır.
Zorunsuzluk (Olumsuluk) Doktrini
Zorunsuzluk doktrinin neyi ifade ettiğine geçmeden önce zorunsuz (contingent-olumsu) kavramının anlamını hatırlamakta fayda var. Zorunsuz “meydana gelmesi, meydana gelememesi kadar mümkün olan şey”dir. Zorunsuzluk ise gerek zihinde gerekse tabiatta gerçekleşen olguların olası meydana gelme yolları arasında var olmak bakımından bir farklılığın bulunmaması, hepsinin eşit derecede mümkün olmasıdır. Buradaki “mümkünlük” matematik bir disiplin olan olasılığın konusu olmayıp “eşit derecede” olmak ontolojinin kapsamına girmekte, bu sebeple de olguların meydana gelebilmesi için dengeyi bozacak bir tercih – irade eyleminin gerçekleşmesi gerekmektedir.
Düşünce tarihinde göz gezdirdiğimizde birçok filozofun (Aristo, Epikür, Descartes, Leibniz, Comte, J.Lachelier…) zorunsuzluk kavramını kullandığı, bununla birlikte saydığımız filozofların çoğunda zorunsuzluğun “tesadüf” ve “şans” kavramlarıyla karıştırıldığını fark edebiliriz. Boutroux’un savunduğu manada “zorunsuzluğun” neredeyse aynısı Gazzali tarafından mantık, var oluş, nedensellik açısından ele alınmıştır; ne var ki Gazzali bunun üstüne bir sistem inşa etmemiştir. Yine belirli nosyon farklılıkları muhtemel olmakla birlikte, İbn-i Sina’daki “mümkün” ve “vacip” kavramları Boutroux’da “zorunsuz – olumsu” ve “zorunlu” kavramlarına denk gelmektedir.

Zorunsuzluk filozofumuzun, Boutroux’nun, varlıkları katmanlara ayırıp her biriyle ilişkili olan doğa yasalarının zorunsuz olduğunu, idare etmek – yön belirlemek – zorlayıcı olmak vasıflarını taşıyamayacaklarını göstermeye çalışması boşuna değildir. Zira olguların meydana gelme yolları arasında bir farklılığın bulunmaması için bu yollardan herhangi birisinin “tabiatın değişmez yasası” olarak görülmemesi, zorunlu kabul edilerek tam bir determinizmin savunulmaması lazımdır.
Kavramların neleri ifade ettiği ortaya çıktığına göre şimdi zorunsuzluk doktrinini tanımlamaya geçebiliriz: Zorunsuzluk doktrini, zihinde ve doğada, mantığın ya da doğa yasalarının neden olduğu, aşkın ya da içkin bir zorunluluğun-değişmezliğin bulunmadığını, bununla birlikte gözlemlediğimiz zahiri determinizmin bir düzen belirtip irade sahibi bir Zat’ı (Tanrı) gerektirdiğini savunan ve böylece insan fiilerinin herhangi bir zorlayıcı olmaksızın gerçekleştirilebileceğini iddia eden bir hürriyet doktrinidir. Bu sistemde zorunsuzluk, tesadüfi ve şans eseri olmaktan farklı olarak,olumsu (mümkün) durumların cüz’i irade sahibi olan insan ya da külli bir irade sahibi Allah tarafından seçime tabi olması bakımdan mutlak belirsizlikten ayrılır. Böylelikle zorunsuzluğun hürriyeti iptal etmesi engellenmiş olur, çünkü hiçbir şeyin belirlenemediği bir durumda hürriyetin olması gerektiği de belirlenemeyecektir.
Zorunsuzluk doktrininde varlıklar 8 tabakaya ayrılmıştır: Her tabaka birbirinden bağımsız olup üsteki varlık biçimi alttakine indirgenemez durumdadır. Varlıkların çokçu sekilde (pluralist) tabakalara ayrılmalarının sebebi onların kendi içlerinde ve aralarındaki ilişkilerde herhangi bir zorunluluğa tabi olmadıklarını gösterebilmektir [2]. Söz konusu katmanların her birinde ayrı kanunlar geçerlidir ve birinden diğerine geçiş yapılamaz. Bunu bir apartmanın katlarına benzetebiliriz: Üstteki katların olabilmesi için alttaki katların olması gerekir; fakat her katta ve katlardaki her ailede ayrı kanunlar geçerlidir.
Her âlem, kendisine göre aşağı olan âlemleri kapsamasının yanı sıra onda bulunmayan fazla bir unsuru daha içerir. Varlık tabakalarının birbirlerine indirgenememeleri de içerdikleri bu yeni unsurlardan dolayıdır. “Boş bir form” olan ilk tabakaya varlığın eklenmesi sonucu belirsiz varlıklar alemi, belirsiz varlıklara farklılıklar ve benzerlikler gösterecek şekilde özelliklerin nüfuz ettirilmesiyle cinsler âlemi, cinslerin belirli bir uzanıma sahip kılınmasıyla madde alemi, maddelere geometrik-mekanik ve fizik-kimya özelliklerin nüfuz ettirilmesiyle sırasıyal matematik ve fizik alemler, hayatın fizik maddeye yansıtılmasıyla canlılar alemi, en nihayetinde hayata şuur ve iradenin eklenmesiyle düşünen alem yani insan ortaya çıkmaktadır. Kısacası varlık tabakaları, var oluşun “dereceli bir olgunlaşma” şeklinde cereyan ettiğini betimlemektedir.
Dipnotlar
[1] Ruh – Beden Paralelizmi: Ruh ile maddi olan beden arasında karşılıklı etki esasına dayanan, her psikolojik halin belirgin bir fizyolojik-nörolojik hale tekabül ettiğini, beyindeki her maddi atoma karşılık ilkel bir psikolojik halin bulunduğunu, dolayısıyla maddenin ruha paralel olarak değiştiğini savunan düşüncedir.
[2] Bu öğretide hiçbir yerde tam ve gerçek bir zorunluluk olmadığına göre Boutroux’un burada öne sürdüğü varlık tabakalarının kendilerinin de zorunlu olduğundan bahsedilemez. Bununla birlikte bu zorunlu olmayış; varlık tabakalarının sabit olmayışını, dolayısıyla doktrinin sabit bir zemine dayanmayışını göstermez. Zira Boutroux, bu varlık tabakalarını sistemine teorik değil pratik bir payanda olarak yerleştirmiş, varlıklardaki zorunsuzluğu sadece varlık tabakaları üzerinden değil onlarda gerçekleşen doğa yasalarını teker teker incelemek yoluyla açığa çıkarmaya çalışmıştır. Ayrıca bu tabakaların sabitliğinin, varlıkların “yüzeyinde” gözüken zahiri determinizme dayanılarak tespit edilmiş olması da mümkündür.