Bu yazıyı 12 dakikada okuyabilirsiniz.
Bilimsel metodun mahiyeti üzerine yürütülen fikirler, çağdaş bilim felsefesinin en hararetli tartışma alanlarından birisidir ve her biri bilimsel etkinliği belirli düzeylerde yansıtmakla birlikte ancak sınırları anlaşıldığı takdirde bilimi anlamlandırmamıza yardımcı olabilir. Thomas Kuhn’un “Bilimsel Devrimlerin Yapısı” isimli eseri ise bu alanda yeni bir çığır açmayı başarabilmiş ve bilim felsefesini bilim tarihi ve sosyolojisiyle irtibatlandırıp daha geniş açıdan okuma yapmamızı sağlayabilmiştir. Ayrıca Kuhn’un paradigma-olağan bilim-bilimsel devrimler gibi kavramlarla bilimsel etkinliğin salt mantıksal-matematiksel bir uğraşı olmadığını gösterip onun daha doğru bir tasvirini-betimlemesini yaptığını belirtmek gerekmektedir.
Bununla birlikte bir “Kuhn’cu” olmamak ve onun en meşhur kavramı olan paradigmayı (Karl Popper’ın yanlışlamacılık kavramının mutlaklaştırılması gibi) mutlaklaştırmamak için Kuhn’un Bilimsel Devrimlerin Yapısı’ndaki görüşlerini bilimsel metodun ne olduğuna ilişkin getirilen diğer açıklamalarla birlikte okumak ve sınırlılıklarını görmek durumundayız. Biz bu incelememize öncelikle Kuhn’un hangi felsefi pozisyonlara karşı çıktığını göstererek başlıyoruz, sonrasında onun paradigma-olağan bilim-bilimsel devrim kavramlarının bilimsel etkinliği betimlemedeki rolü ve başarısı üzerine değiniyoruz, devamla Kuhn’un felsefesine ve dolayısıyla eserine hakim olan görelilikçi tavrı tartışıyoruz nihayetinde ise paradigmacılığın sınırlarına işaret ederek tamamlıyoruz.
Bilimsel İlerleme Düşüncesine Karşı Kuhn’un Devrimci Açıklaması
Aydınlanmacı düşüncenin ve empirist bilgi kuramının en temel değerlerinden biri olan “bilimsel ilerleme” düşüncesine göre bilimde teoriler birbirinin yerini aldıkça doğa hakkında gittikçe daha doğru bilgilere ulaşabiliriz ve gerçekliğe daha çok yaklaşırız. Mantıksal pozitivistler bu süreci bir takım nesnel-mantıksal ölçütleri olan bir süreç şeklinde tanımlamaktaydı ve “evrensel doğruluk” için doğrulama kriterlerinin bulunabileceğini savunmaktaydı. Söz konusu kriterler arasında tümevarımın ve deneysel yöntemin kritik yönü bulunmaktaydı. Karl Popper ise kendisi de bir empirist olan Hume’un tümevarım eleştirisini geliştirerek tümevarımın bir mit olduğunu, doğada gözlemlenen nedensel ilişkilerin gelecekte de ve her yerde geçerli olacağını düşünmenin mantıksal bir hata olduğunu belirtmekteydi. Ona göre bilimsel bilgi olasılık düzeyinde bile hiçbir zaman net biçimde doğrulanamazken yanlışlığı gösterilebilen bilgiydi ve bu suretle gittikçe gerçekliğe yaklaşılabilirdi. Bu açıdan Popper, mantıksal pozitivizmi eleştirmesine karşın empirist-pozitivist düşünceyi sürdürmekteydi.
Tam bu noktada Kuhn, bilim tarihi üzerine yaptığı çalışmalarından çıkardığı sonuçlar olarak; bilimsel etkinliğin paradigmalarla yürüdüğünü, bir teoriden diğerine geçişin parça parça gözlem ve yanlışlama ile olmadığını aksine topyekun bir paradigma değişikliği ile gerçekleştiğini, paradigmalar arasındaki geçişlerin-bilimsel devrimlerin nesnel-mantıksal ölçütlerinin olmadığı bilakis bilim toplumunun psikolojik bunalım-sosyolojik değişimlerinin sonucu olduğunu ileri sürdü. İleride de göreceğimiz üzere o, birbiriyle yarışan paradigmaların aynı doğa parçası üzerine çalışırken aslında onu bambaşka şekilde gördüklerini çünkü nesnelerini her paradigmanın farklı biçimde tanımladığını düşünmekteydi[1]

Bilim Tarihinin Hediyeleri: Olağan Bilim, Paradigma, Bilimsel Devrim Kavramları
Peki bu kadar meşhur olan paradigma kavramı ne demeye gelmektedir? Paradigma, bilimin herhangi bir disiplindeki yaklaşımlardan herhangi birisinin, doğayı sorgulamak ve onda bir ilişkiler bütünü bulmak için kullandığı açık ya da örtülü bütün inançları, kuralları, değerler ve kavramsal-deneysel araçları kapsayan halidir. Kitabın ilk bölümlerinde de takip edebileceğimiz üzere Kuhn, bilim tarihinde devrim niteliğindeki gelişmeleri derinlemesine inceleyerek söz konusu kavramın detaylı bir teşrihini yapmaktadır. Ona göre paradigmalar:
- Her birisi (aynı disiplinde olsa bile) doğayı bambaşka ve ortak ölçütlere vurulamayacak kadar farklı gören
- Nelerin kabul edilebilir sorular, nelerin ise geçerli çözümler ya da bu çözümlere götüren geçerli deneysel yöntem ve araçlar olduğunu belirleyen
- Belirli bir disiplinde bilimin nasıl yürütülmesi gerektiği hakkında bir örneklik-modellik sağlayan
- Kurama ve yöntemlere duyulan bağlılık ve inanç vesilesiyle doğanın derinlemesine araştırılmasına imkan tanıyan ve böylece ilgili branşın olgunlaşmasını sağlayan
- Bir bulmaca çözmede olduğu gibi belirli kurallar ve yöntemler dahilinde doğadaki “bulmacanın” çözülmesini öngören; bununla birlikte amacı yeni türden olguları ve kuramları oluşturmak olmayan hatta tam tersine yeniliklere direnen ve paradigmanın eksiksizleştirilmesi-kusursuzlaştırılması yönünde bilimsel faaliyeti yönlendiren
- Kendisinin ürettiği beklentilerin tersine gözlemlerin yapılması (aykırılıkla kastedilen budur) yani olgusal düzeyde yenilikler (keşif) bulunması durumunda, belirli bir sürecin sonucunda kuramsal düzeyde yenilikleri (icat) netice veren
- Bilimsel bilgide ilerlemeyi, gerçeklik düzeyinde değil de paradigmanın kendi içerisinde kalacak bir vaziyette sağlayan
gelenekleşmiş araştırma tavırlarıdır.
Paradigma kavramıyla ilişkili olarak olağan bilim kavramını ise “Geçmişte kazanılmış bir ya da daha fazla bilimsel başarı üzerine sağlam olarak oturtulmuş araştırma biçimi” şeklinde tanımlar. Olağan bilim, halihazırda tek bir paradigma etrafında araştırmaların yürütüldüğü bilimsel faaliyet olarak da anlaşılabilir. Buradan hareketle “olağanüstü bilim”in de olması gerektiğini tahmin edebiliriz; tam da bu tahmine uygun biçimde Kuhn, olgu ve kuram düzeyinde aykırılıkların görülmeye başladığı, bu aykırılıkların camiada bunalımı tetiklediği, eski paradigmanın yıpranmaya başladığı ve ona rakip olacak birçok yeni paradigmanın ortaya atıldığı zaman yapılan bilimi “olağanüstü bilim” olarak tasvir eder.

Sonrasında Kuhn, kitabının adında da yer alan bilimsel devrimler kavramını ileri sürer ve bilimsel devrimlerle siyasi devrimler arasında birçok benzerlik bulur. Nasıl ki siyasi devrimler, var olan kurumların tetiklediği buhranları takiben siyasi kurumların gene bu kurumların yasaklamış olduğu yollardan değiştirilmesi sonucu meydana gelir; öyle de bilimsel devrimler, var olan paradigmaların olağan bilimin işleyişi itibariyle tetiklediği bunalımların sonucunda eski paradigmanın devrilip yerine yenisinin koyulması ile teşekkül eder. Paradigmalar arasındaki seçimin rakip siyasi kurumlar arasındaki seçim gibi birbirine tamamen zıt dünya görüşleri arasında yapılan bir seçim olduğunu, paradigmaların saf mantık ve deney ölçütleriyle birbirlerine kıyaslanamadığını, çünkü tamamen farklı doğa parçası tanımlayan kavramlara ve öncüllere sahip olduklarını ve eş ölçülere vurulamayacaklarını belirtir. Bu sebeple bir paradigmadan diğerine geçiş, inanç değişikliği gibidir; kanıtlarla değil (kanıtların getirilebileceği akli bir zemin yoktur) ikna etme ile gerçekleşir. Ve yine paradigmalar birbirleriyle çelişen önermelere sahip olduklarından biri diğerinden türetilemez; yani Newton’cu uzay anlayışı, Einstein’in genel göreliliğinden türetilemeyecek onun tarafından kapsanamayacak ve onun özel branşı olamayacak apayrı bir evren görüşüdür.
Kuhn, bilimsel devrimlerin ne tür bir devrim olduğunun daha iyi anlaşılabilmesi için psikolojideki görsel kalıp (Gestalt) deneylerini örnek verir. Ona göre “devrimle birlikte bilim adamının dünyasında önceden ördek sayılan nesneler devrimden sonra tavşan oluverirler”. Diğer deyişle devrim, bilim adamının algılamasında meydana gelen köktenci bir değişimdir. Örneğin Aristocu fizikçilerin “düşmesi engellenmiş taş hareketi” gördüğü yerde Galileo bir “sarkaç” görmekte, Dalton’un tuzlu su gibi karışım gördüğü yerde öncelleri yeni bir kimyasal bileşik görmekte ya da Priestley’in filojistondan arınmış hava gördüğü yerde Lavoisier oksijen görmekteydi. Duyusal deneyimlerimizin değişmez ve tarafsız olabileceğinin ortaya konamadığını, kuramdan bağımsız bir gözlem dilinin henüz üretilemediğini de belirten Kuhn, paradigmaların neden birtakım deney ölçütleriyle kıyaslanamayacağını da gerekçelendirmiş olmaktaydı.

Kuhn devamla, birçok örneğini getirdiği bilimsel devrimlerin neden bu kadar göz önünde olmadığını ve herkesçe fark edilemediğini bilimsel eğitimin paradigma yanlısı yapısıyla izah eder. Ona göre bilimsel ders kitapları, bilim tarihinden çok az bahseder ve bahsedişi de eski paradigmaları yansıtacak şekilde değil de onların çalışmasını mevcut paradigmanın bir uzantısı şeklinde gösterecek biçimdedir. Böylece eski paradigmalar gizlenmekte, devrimlerin ise üstü örtülmektedir.

Kitabın sonraki bölümünde Karl Popper’ın yanlışlamacılık görüşüne de bir dizi eleştirinin getirildiğini görüyoruz. Her ne kadar Kuhn’un “aykırı deneyimler” kavramsallaşıtması Popper’ın “yanlışlama deneyimleri” kavramsallaştırmasına benzese de Kuhn, yanlışlamacıların bir “yanlışlama derecesi” tespit etmesi gerektiğini öne sürer. Çünkü ona göre “uyumdaki her başarısızlık kuram reddi için yeterli neden sayılsaydı, bütün kuramların her zaman için reddedilmesi gerekirdi” Dolayısıyla ne kadar sayıda-oranda teoriyle uyuşmayan onu “yanlışlar gözüken” olgu tespit edildiği takdirde teorinin reddedilmesi gerekeceği sorunu masada durmaktadır. Zira bilim tarihi, birçok teorinin ilk atıldıkları zamanda birçok olgusal problem çözemediğini, deyim yerindeyse o olgular tarafından yanlışlanmakta olduğunu bizlere söylemektedir. Kuhn’un söz konusu eleştiride ortaya koyduğu eksiklik, yanlışlamacılığın sofistike versiyonlarınca giderilmeye çalışılsa da net bir sonuca varılamamıştır. Varılması da çok zor görünmektedir, çünkü böylesi bir yanlışlama ölçütünü getirmek, doğrulamacıların (mantıksal pozitivistlerin) getirmeye çalıştığı ve bunda başarısız oldukları “doğrulama ölçütü” getirmeye benzemektedir.
Kuhn’da Görelilikçi Evren Tasavvuru ve Bir Ortak Kabul Olarak Doğa Yasaları
Kitabın bütününe nüfuz eden bir anlayışı burada tartışmak, eserin daha iyi anlaşılmasına da katkı sağlar kanaatindeyim: Bu anlayış Kuhn’un görelilikçi evren tasavvurudur. Ona göre fizik yasalarını, emprizmin iddia ettiği gibi gözlemlerden çıkarılan evrensel gerçeklikler olarak değil de bir “paradigma kabulü” olarak yani bilim insanlarının belirli bir bilimsel başarı sonrası tanımlanan formül üzerinde ortak bir kabule varmasının (konvansiyon-uzlaşı) bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Böylece Kuhn, yasaların doğaya farklı bakış açılarında (farklı paradigmalarda) farklı olabileceğini vurgularken aslında her paradigmanın farklı bir doğa parçasından söz ettiği düşüncesine de dayanmış oluyordu.
Kuhn’un bilim felsefesinde “konvansiyonalist-uzlaşımcı” açıklamaya tekabül eden bu yaklaşımını, verdiği şu örnek üzerinde okuyabiliriz: 18. yy’da ay uydusunun hareketleri Newton’un yer çekimi kanunu ile açıklanamayınca alternatif bir yasa önerilmiş, ancak yüzyılın yarısında bu problem çözülünce söz konusu alternatif yasadan vazgeçilmiştir. Nitekim Kuhn’a göre yer çekimi yasası, Newton’un Principia adlı eserinden hareketle yapılan uygulamalar ve hesaplamalarda gösterdiği başarı sonucu Newton’cu paradigmanın yasa belirten önermesi haline gelmişti; bu sebeple Newton’un araştırdıklarından farklı türde fenomenler üzerine farklı deney yöntemleriyle eğilen yeni bir paradigmanın (eğer başarılı uygulama örnekleri sunabilirse) yeni bir yasa tanımlaması mümkündü.
Burada altını çizmemiz gereken husus, Kuhn’un görelilikçiliğinden evrende ortak bir biçimde tanımlanabilir bir düzenin olmadığı, düzenin bilim insanlarının evrene empoze ettiği şemalardan ibaret olduğu sonucunun çıkarılamayacağıdır. Zira Kuhn, Newton fiziğinde uzayın “düz-maddenin varlığından etkilenmeyen” biçimde görülürken Einstein’ın genel görelilik kuramında uzayın “eğri-madde-gezegen sebebiyle etkilenen, bükülen” şeklinde görülmesini aktarırken bunun “Bilim adamlarının canları ne istiyorsa onu gördükleri” anlamına gelmediğini vurgulamaktadır. Yine Dalton ve çağdaşı olan kimyacıların paradigmalarını değiştirmeleri sonucu “doğadaki düzenin çok farklı bir yönünü” görebilme imkanını elde ettiklerinden bahsetmektedir.

Kanaatimizce nicelik belirten fizik yasalarının belirli paradigmalardan hareketle bulunmuş olması[2], onların şehadet ettiği düzeni ortadan kaldıramaz. Zira paradigma doğaya, tıpkı bir kameranın farklı açılardan odaklanması gibi, belirli bir açıdan bakılmasını sağlar ve bu perspektiften bakmanın neticesinde varılan yasa ve düzenlilik, o perspektif için doğru ve nesneldir (Tıpkı kameranın o perspektiften aldığı görüntünün o perspektif cihetiyle doğru olması gibi). Ayrıca tamamen kaosun hakim olduğu bir evrende, belirli bir perspektiften dahi olsa bir paradigmanın, bir fizik yasasının formüle edilebilmesi dahi mümkün olmayacaktı. Hiçbir ardışıklığın, ölçülülüğün olmadığı yerde, üretilebilmesi için asgari şart olarak gözlemlenen bir örüntüden soyutlanmayı gerektiren yasalardan kesinlikle söz edemiyor olmamız gerekirdi, halbuki biz bırakın fizik yasalarından söz etmeyi onlardan hareketle hayatımızın her alanını tanzim etmekteyiz.
Ayrıca Kuhn, rakip paradigmalar arasında nesnel ölçütlerin olmayışını savunurken (özellikle 1969’da kitabına eklediği sonuç bölümünde) paradigmalar arasında bir çeviri faaliyeti yürütüldüğü takdirde farklı paradigmalara sahip bilim insanlarının (kavramlarıyla ne kastettiklerini ayrıntılı biçimde birbirlerine söyledikleri durumda) birbirlerini anlayabileceklerini de belirtmiştir. Her ne kadar bir paradigmadan diğerine geçişin bir inanç değişikliği olduğu görüşünde diretse de Kuhn’un nihai tahlilde mutlak görelilikçi olmadığını, bir paradigmadan diğerine geçişi mümkün kalacak düzeyde bilimsel biliş sürecinde ortaklıkların olabileceğini kabul ettiğini belirtmeliyiz.
Sonuç ve Kitap Hakkındaki Düşüncelerim
“Bilimsel Devrimlerin Yapısı” isimli eser, bilimsel faaliyetin en gerçekçi bir betimlemesini bizlere sunmaktadır diyebilirim. Ayrıca incelediğimiz eser; doğrulamacı, yanlışlamacı ve olasılıkçı bilimsel metot görüşlerinin geçmişte ve günümüzde, sahada icra edilen bilimden ve bilim camiasının tavrından ne kadar kopuk olduğunu anlamamıza fırsat vermektedir. Kuhn bu kitabıyla bizlere, söz konusu metot iddialarının hiçbirinin bilimi tam bir doğruluk ve yeterlilikle bizlere aktaramadığını fark ettirmekte, sınırlılıklarını göstermektedir. Bununla birlikte Kuhn’un bilimsel teorilerin ortaya atılmasında psikolojinin, ideolojilerin ve sosyolojinin rolüne ilişkin yaptığı derinlemesine izahlar, bilimde akli-mantıksal ve deneysel süreçlerin konumunu çok geri plana atmaktadır. Böylece bilimin rasyonel yönü ciddi hasar almakta, onu icra etmek için elimizde psikolojik, pragmatik ya da sosyolojik nedenlerden başka rasyonel gerekçelerimiz kalmamaktadır.
İlaveten Kuhn’un görelilikçi evren tasavvuru, bilimsel teorilerin mantıksal kıstaslarla değerlendirilmesini oldukça zorlaştırmaktadır. Bu ise gelecekte ortaya atılan birçok kuramın “ne de olsa birbirleriyle kıyaslanmaları mümkün olmadığından en azından hakim paradigma kadar doğru olabilir” ihtimali ile bilim topluluklarını paradigma öncesi çok sesliliğe ve işlevsizliğe yakınlaştırması tehlikesini barındırır. Hakikat iddiasından tamamen savrulmuş bir bilimsel faaliyetin, paradigmalara bağlılık konusunda geçmişe nazaran istenen seviyede olamayacağı ortadadır. Çözüm ise sanırım bilimsel teorilerin, gerçekliğe gittikçe yakınlaştırmasa da onunla dolaylı bir bağlantı kurabildiğini ve her birinin farklı açılardan ve görüntülerden evrendeki düzeni yakaladığını söylemekten geçmektedir: Her ne kadar bu söylenildiği kadar kolay olmayacak gözükse de…
Dipnotlar
[1] Mesela Newton’cu fizik anlayışının bahsettiği uzay-zaman-hareket kavramları-nesneleri Einstein’ın fizik anlayışındaki tanımlanmalarından tamamen farklıydı ya da Ptolemesçi astronominin “dünya etrafında dönen-hareketli yıldız” olarak gördüğü Güneş (Güneş1) Kopernikçi astronominin “dünyanın kendi etrafında döndüğü sabit yıldız” olarak tanımladığı Güneş (Güneş2) ile aynı olamazdı. Dolayısıyla herhangi iki paradigma, aynı doğa parçası üzerinde konuşuyor görünseler de aslında tamamen farklı doğa parçasını görmekteydiler.
[2] Mesela Coloumb’un elektriğin yükünü belirlerlen dayandığı paradigma, elektrik sıvının her parçacığının tüm diğerleri üzerine belirli bir uzaklıktan etki yaptığının kabul edilmesine bağlı olan bir paradigmaydı. Diğer bir örnek olarak Boyle’un keşfettiği P.V=n.R.T yasasının bulunması, havanın hidrostatik biliminin tüm kavramlarını uygulayabileceğimiz düzeyde akışkan bir “sıvı” olduğu paradigmasına dayanıyordu.