Yazı serisinin bir önceki yazısına ulaşmak için tıklayınız.
Yazı serisinin bir sonraki yazısına ulaşmak için tıklayınız.
Bu yazıyı 8 dakikada okuyabilirsiniz.
Bu yazımızda aslen bir İtalyan olan Napoléon Bonaparte’ın kaos döneminde başarı merdivenlerini hızla nasıl tırmanarak topçu subaylığından Fransa’nın en büyük adamı haline geldiğini göreceğiz. İşin enteresan yanı, 1768 yılındaki Korsika Ayaklanması’nda Fransa’ya karşı savaşan İtalyan bir adamın oğlu yaklaşık 30 sene sonra Fransa’nın en üst kademesinde olacaktı. Yazımızın devamında da göreceğimiz gibi, oğlu için Avrupa yalnız savaştığı bir yer olmaktan çıkacak artık dilediği gibi şekillendireceği bir yer haline gelecekti…
Topçu Subaylığından İmparatorluğa
Napoléon Bonaparte, topçu subayı olarak mezun olduğunda henüz Fransız İhtilali’ne 4 sene vardı ve içinde bulunduğu koşullardan ötürü sıkıntılı bir dönem geçirmekteydi. Şahsi olarak yıldızı ilk defa 1793 yılındaki Toulon Kuşatması’nda İngiltere’ye karşı tasarladığı savunma planı ile parladı. İngiltere’nin kaçtığı ve büyük zayiat verdiği bu savunma sonucunda Toulon kurtulmuştu. Buradaki başarılarından dolayı ise Napoléon Bonaparte 24 yaşında generalliğe terfi ettirilmişti. Bu esnada Napoléon Bonaparte’ın, Maximilien Robespierre’nin kardeşi ile bir dostluğu vardı. Ek olarak, İhtilal Fransası’ndaki terör döneminin mimarı olan Maximilien Robespierre’nin ölümü ile de Napoléon Bonaparte tutuklanarak giyotine gitme tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Bu tehlikeden kurtulan Napoléon Bonaparte, kralcıların 1795 yılında Paris’te çıkartacakları ayaklanmayı çok sert bir şekilde bastırıncaya kadar boşta gezecekti. Bu ayaklanmadaki rolü ve Direktuvar’ın içindeki yöneticilerle arasındaki ilişkinin gelişmesiyle artık Napoléon Bonaparte’ın Moskova’ya kadar sürecek olan yükselişi başlıyor ve Avusturya İmparatorluğu ile yapılacak savaşta ordu komutanlığına getiriliyordu…

Édouard Detaille
1796 ilkbaharında ordusu başında Fransa’dan ayrılan Napoléon Bonaparte, kuzeydeki iki Fransa ordusunu rahatlatmak ve Avusturya İmparatorluğu’nun ordusunu saptırmak amacıyla Alpleri geçerek Kuzey İtalya’ya ilerledi. Bu seferi esnasında Avusturya ordusunu yendi ve ilerlemesi sonucunda Kuzey İtalya’daki bazı devletçikleri Avusturya İmparatorluğu’na karşı ayaklandırdı. Avusturya İmparatorluğu, Fransa’nın kuzeydeki ordularını yenmesine rağmen Napoléon Bonaparte’ın bu ilerleyişi karşısında barış yapmak zorunda kaldı. Bu Napoléon Bonaparte ve Fransa lehine bir antlaşmaydı. Öyle ki Belçika’nın Fransa’ya ait olduğu kabul ediliyor, Venedik Cumhuriyeti sona eriyor ve toprakları iki devlet arasında bölüşülüyordu. Venedik Cumhuriyeti’nin yıkılmasına karşın, Kuzey İtalya’da kurulan çeşitli cumhuriyetler ise ihtilal fikirlerinin yayılması ve İtalyan milli birliğinin oluşması açısından mühim bir dönüm noktasıydı. Venedik Cumhuriyeti’nin donanmasının ve Adriyatik Denizi’ndeki Yedi Ada’nın Fransa’ya geçmesi hem Fransa’nın denizlerde güçlenmesi hem de ihtilal fikirlerinin Osmanlı İmparatorluğu’na sıçraması açısından önem arz ediyordu.
Birinci Koalisyon üyelerinden birinin böyle saf dışı bırakılmasından sonra Fransa Cumhuriyeti’nin gözü Büyük Britanya üzerine çevrilmişti. Büyük Britanya’ya asker çıkartmanın imkansıza yakını olması dolayısıyla Fransız Cumhuriyeti ile Büyük Britanya arasındaki savaş kendi topraklarından ziyade sömürgeleri üzerinden ilerliyordu. Bunun neticesinde de Napoléon Bonaparte, Büyük Britanya’nın sömürgesi Hindistan ile arasındaki yolu Mısır’da kesmek amacıyla bir sefer planladı. Napoléon Bonaparte’ın bu planı Direktuvar tarafından şiddetle destekleniyordu çünkü Kuzey İtalya’daki ve Campo Formio Antlaşması’ndaki başarılarından dolayı “tehlikeli adam” olarak görülüyordu. Direktuvar ise bu düşüncelerin bir yansıması olarak Napoléon Bonaparte’ın gidebildiği kadar gitmesini ve mümkünse orada da ölmesini istiyordu. Napoléon Bonaparte’ın hedefi ise Mısır’dan fazlasıydı. Malta’yı ele geçirmek, Mısır’ı fethederek Süveyş Kanalı’nı açmak ve böylece Hindistan’a ulaşıp burayı da ele geçirmeyi planlıyordu ama bu planı iki önemli komutan tarafından bozulacaktı: Amiral Nelson ve Cezzar Ahmet Paşa… Yıldızının ilk parladığı yerden yaklaşık 5 sene sonra büyük bir kuvvetle ve hayallerle yola çıkan Napoléon Bonaparte’ın dönüşü hiç de böyle görkemli olmayacaktı. Toulon Limanı’ndan 2 Temmuz 1798’de İskenderiye’ye giden ve burada fetihlerine devam eden Napoléon Bonaparte’ın donanması bu tarihten bir ay sonra Amiral Nelson tarafından yapılan ani bir baskınla yok edilmişti. Ve böylece Napoléon Bonaparte’ın Fransa ile bağı kesilmiş ve bu baskın kendisi için Mısır Seferi’nde sonun başlangıcı olmuştu. Mısır Seferi esnasında halkın sempatisini kazanmak amacıyla Allah’a ve Peygamber’e saygı duyduğunu, önceleri dil uzattığı Kur’an’ı koruduğunu söyleyecekti. Bu propagandası tutmuş olacaktır ki halk tarafından Sultan el-Kebir (Büyük Sultan) ve Papa’nın “çok sevgili oğlum” hitabına ek olarak Mekke Şerifi de kendisine “Kutsal Kâbe’nin koruyucusu” şeklinde hitap edecekti. Napoléon Bonaparte’ın Mısır’a girmesiyle karşısına iki büyük gücü daha alıyordu: Rus İmparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğu. Bu tehlikeye karşı, Büyük Britanya ve Rus İmparatorluğu Osmanlı İmparatorluğu ile ittifak yaptılar. Tarihte ilk defa Rus Donanması, Boğazları geçerken İngiliz Donanması da ihtiyaçlarını Osmanlı limanlarından sağlıyordu. Bu ittifaklardan sonra Napoléon Bonaparte Suriye’ye ilerlemek amacıyla harekete geçti ve Mart 1799’da Akka önlerine geldi. Bu kuşatma esnasında İngiliz Donanmasının desteği, Napoléon Bonaparte’ın ardında bırakmış olduğu Kölemen çetelerin saldırıları ve denizle bağlantısının kesilmesi gibi nedenlerden ötürü Cezzar Ahmet Paşa komutanlığındaki Nizam-ı Cedit askerlerinin savunduğu Akka’yı ele geçiremedi. Ve böylece Napoléon Bonaparte ilk defa yenilginin o acı hissini tatmış oluyordu… Bu yenilginin ardından İskenderiye’ye çok zor koşullarda dönebilen Napoléon Bonaparte buraya asker çıkartmış olan Osmanlı İmparatorluğu’nu yenilgiye uğrattı. Fakat bu esnada hem Direktuvar yönetimindeki zafiyetlerden dolayı hem de Rus İmparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğu’na ek olarak Avusturya İmparatorluğu’nun da savaşa tekrar girmesinden dolayı işler Fransız Cumhuriyeti açısından iyice zorlaşıyordu. Bütün bunları gören Napoléon Bonaparte artık yönetimi eline almaya karar verdi ve Fransa’ya dönerek 23 Ağustos 1799 tarihinde Direktuvar’a karşı yaptığı darbe ile meclisi dağıtarak Direktuvar yönetimine son verdi. Aralık 1799 tarihinde VIII. Yıl Anayasası adıyla çıkan anayasa ile Consulat (Konsüllük) rejimi kuruldu. Üç konsülden oluşan bu sistemde bir konsül kanunu hazırlar, diğeri müzakere eder ve üçüncüsü de kabul veya reddederdi. Yetkinin ve gücün büyük kısmı ise Birinci Konsül’de idi. Birinci Konsül ise tahmin edileceği üzere Napoléon Bonaparte ve anayasanın korunması görevini üstlenen kurum ise Ayanlar Meclisi olmuştu. Böylelikle Avrupa Savaşı’na iki büyük gücü dahil eden ve Mısır’da ilk yenilgisini tadan Napoléon Bonaparte, mağlup olarak döndüğü ülkesinde 15 yıl sürecek olan mutlak hakimiyet dönemine başlamış oluyordu…

Antoine-Jean Gros, 1810


Jean Auguste Dominique Ingres, 1803/1804
1799’un ortalarından itibaren, Napoléon Bonaparte Mısır Seferi’ndeyken kurulan İkinci Koalisyon, Avrupa’da Fransız Cumhuriyeti’ni yenilgilere uğratıyordu. Rus İmparatorluğu, karada Avusturya İmparatorluğu’na destek veriyor, kendisi de fırsattan istifade Kuzey İtalya’ya giriyordu. Napoléon Bonaparte’ın Fransa’ya dönmesi ve gücü eline almasından sonra Avusturya İmparatorluğu ve Büyük Britanya’ya barış tekliflerinde bulundu. Bu tekliflerden olumlu sonuç alamadıktan sonra harekete geçti ve Avrupa’da işler Fransız Cumhuriyeti lehine dönmeye başladı. 1800 yılının ortalarına gelindiğinde, Avusturya İmparatorluğu hem Güney Almanya’da hem de Kuzey İtalya’da mağlup edilmişti. Bu mağlubiyetlerde Avusturya İmparatorluğu yalnızdı çünkü Rus İmparatorluğu ile arası açılmış ve Rus İmparatorluğu savaştan çekilmişti. Bu mağlubiyetten sonra Avusturya İmparatorluğu ve Fransız Cumhuriyeti arasında imzalanan Lunéville Barışı’ndaki önemli noktalar ise Papalık Devleti’nin yeniden kurulması, İtalyan Cumhuriyetleri’nin tekrar tanınması ve Ren Nehri’nin batı kıyılarının Fransız Cumhuriyeti’ne terk edilmesiydi. Bu barış ile Fransa’nın tarihinde ilk kez “doğal” sınırlarına yani Caesar dönemindeki Galya kıtasına kavuştuğu söyleniyordu. Avrupa’daki bu olaylardan ve devletler arasındaki ikili ilişkilerdeki problemlerden dolayı İkinci Koalisyon parçalanmaya başlamıştı. Fransız Cumhuriyeti’nin Avrupa’da toprak kazanmasının sonucunda Büyük Britanya’nın elinden pek çok pazar çıkmıştı ve bunun yanında finanse ettiği Avrupa Devletleri’nin de başarısız olması, Büyük Britanya açısından işleri iyice zora sokmuştu. Hal böyleyken Lunéville Barışı’ndan sonra Büyük Britanya’da Başbakan Pitt’in yerine gelen Addington ise Fransız Cumhuriyeti ile barış yapmaya yanaştı ve 1802’de Amiens’de iki devlet arasında barış imzalandı. Bu barıştaki önemli noktalar ise Büyük Britanya’nın, İspanya ve Hollanda’nın sömürgelerini geri iade etmesi, karşılıklı olarak Büyük Britanya’nın Malta’dan, Fransız Cumhuriyeti’nin de Mısır ve Papalık arazisinden askerlerini çekmesi ve Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğünün savaştan önceki şekilde kabul edilmesiydi.
Bütün bu olanlardan sonra birkaç aylığına da olsa durulan ortam Napoléon Bonaparte’ın Hindistan’a askeri heyet göndermesi, Mısır mevzusuna tekrar yoğunlaşması gibi denizaşırı faaliyetleri, Büyük Britanya ile aralarının tekrardan bozulmasına sebep oldu. Buna ek olarak Avrupa’nın çoğuna hâkim olan Napoléon Bonaparte aynı zamanda Büyük Britanyalı tüccarların büyümesine ve ticaret yapmasına da engel oluyordu. Bu da Büyük Britanya içindeki tüccarların barış karşıtı tutum sergilemesine sonuç veriyordu. Bütün bunların üzerine de Amiens Barışı’ndaki hükümlerin yerine getirilmemesinden dolayı 26 Nisan 1803 tarihinde Fransız Cumhuriyeti, Büyük Britanya’ya savaş ilan etti. Fransız Cumhuriyeti’nin Osmanlı İmparatorluğu’na yanaşması ve Mısır nezdindeki emelleri aynı zamanda Rus İmparatorluğu’nu da tedirgin ediyordu. Hal böyleyken iki kere yenilen ve intikam almak isteyen Avusturya İmparatorluğu ile Rus İmparatorluğu arasında 6 Kasım 1804’te ittifak anlaşması yapıldı. Büyük Britanya ise bu ittifaka 11 Nisan 1805 tarihinde dahil olacaktı. Büyük Britanya ise önceki koalisyonlarda yaptığı gibi bu koalisyonda da askeri masrafları karşılayacak ve bu ittifakın hedefi ise Hollanda, İsviçre ve Kuzey İtalya’nın bağımsızlığa kavuşmasıydı. Napoléon Bonaparte, 17 Mart 1805 tarihinde Kuzey İtalya’daki devletlere son vererek kendini İtalya Kralı ilan etmişti. Bu gelişmelerle birlikte, ittifaklar artık Üçüncü Koalisyon’u meydana getiriyordu. Napoléon Bonaparte ve Üçüncü Koalisyon arasında ikisi karada ve biri denizde olmak üzere üç önemli savaş gerçekleşmişti. Bu savaşlar, Napoléon Bonaparte’ın Britanya adasını işgal etme amacını, bir daha akıllara gelmemek üzere kapatan ve Amiral Nelson liderliğindeki İngiliz Donanması’nın mutlak üstünlüğünle sonuçlanan Trafalgar Zaferi, bu yenilgiden sonra Güney Almanya’ya sevk ettiği orduların Avusturya İmparatorluğu’nu müthiş bir bozguna uğratması ve 2 Aralık 1805’te Napoléon Bonaparte’ın, Rusya-Avusturya ortak ordularını yenilgiye uğrattığı Üç İmparator (Austerlitz) Muharebesidir. Napoléon Bonaparte’ın Notre Dame Kilisesi’nde imparatorluk tacını giydikten tam bir sene sonra bu büyük zaferi kazanması da tarihin enteresan bir rastlantısıdır. Bu büyük zaferin sonucunda ise Avrupa artık Napoléon Bonaparte’ın avucunun içindeydi. Avrupa, Napoléon Bonaparte’ın oyun tahtasına dönmüştü adeta. Kardeşlerinden birini Hollanda’nın başına, diğerini de Napoli’nin başına kral yaptı. Bütün bunların vermiş olduğu özgüven, Napoléon Bonaparte’ın gözünü çok daha kutlu bir hedefe çevirmişti: Osmanlı İmparatorluğu’nun kalbi olan İstanbul’a…

Jacques-Louis David, 1807/1808

Baron François Gérard, 1810
Bu tarihi gerçeklerin ışığında birkaç yorum da biz yapalım. İsmi zikredildiği vakit akla kısa boyu gelen Napoléon Bonaparte, pek çok duyguyu doruklarda yaşayacağı hayatına fakir bir ailede başlıyordu. Sonrasında kral bursu ile okuduğu askeri okuldan mezun olan bu genç subay dünya tarihinin belki de en etkileyici olaylarından birinin bizzat içinde bulunmuş ve başarıya ulaşmasında da fiili olarak görev almıştır. Genç yaşta generalliğe ulaşan Napoléon Bonaparte, oluşturduğu ilişkilerle ve de başarılarıyla konumunu sağlama alıyordu. Bunun sonucunda önce ordu komutanı, sonra konsül, ardından imparator ve en nihayetinde de tutsak bir komutan olacaktı. Fransız Cumhuriyeti’nde mutlak gücü eline aldıktan sonra yaptığı reformlarda, İhtilal Fransası’ndaki anti-Hristiyan faaliyetlerin tam tersine bir tavır aldı. Papalık Devleti’nin kurulmasını kabul etti, Katolikliği resmi ve ayrıcalıklı bir din haline getirdi. Hatta “Din olmadan devlet içinde dirlik ve düzen olmaz.” diyecek kadar da safını belli etmişti. Tabii Papa ile 1801 yılında barışmasından yalnız birkaç sene önce çıktığı Mısır Seferi’nde İslam dostu ve “Kutsal Kâbe’nin koruyucusu” olarak anılması da ülke ve algı yönetimi esnasında nerelere kadar gidebileceğinin güzel bir göstergesidir. Buraya kadar gördüğümüz bir diğer husus ise Avrupa’daki dostluk ve düşmanlık gibi kavramların ne derece dinamik olduğudur. Günümüze baktığımızda da bu durumu bir kez daha gözlemleyebiliriz. Ek olarak bu yazıda Napoléon Savaşları’nda Büyük Britanya ve Fransız Cumhuriyeti arasındaki çekişmenin ağır bastığı görülmektedir. Öyle ki bu iki devlet birbirlerinin topraklarında savaşmaktan ziyade savaş alanı olarak sömürgelerini seçmektedirler. 1800’lü yıllardan yaklaşık bir asır sonra Orta Doğu coğrafyasında yine bu iki devletin, sömürgeleri üzerinden çekişmesine bir kez daha şahit olacağız. Bizim bir olarak gördüğümüz Avrupa’nın ilişkilerini bir de bu açılardan baktıktan sonra yorumlamak yerinde bir davranış olur. Yazıma son verirken dostlarımızı ve düşmanlarımızı, milli menfaatlerimize göre bu iki yerden birine konumlandıracağımız devletleri iyi analiz etmemizi diliyorum.