ÇEVİRİ, Felsefi Makale

Doğa Felsefesinden (Bilimsel) Metot Teorilerine: Bilim Felsefesi-1

Bu yazıyı 10 dakikada okuyabilirsiniz.


(Çevirenin Notu: Bu yazı serisiyle birlikte, Britannica Ansiklopedisi’ndeki “Philosophy of Science” (Bilim Felsefesi) maddesini 12 yazı halinde Türkçemize kazandırmayı hedeflemekteyiz. Felsefe profesörü Philip S. Kitcher tarafından yazılan bu madde, nispeten ağır bir dille ve uzun cümlelerle kaleme alındığından bilim felsefesine başlamak isteyenlerin işini kolaylaştırmak amacıyla metin içerisinde parantezlerle ve bazı dipnotlarla açıklamalarda bulunmaya çalıştık. Eğik “(…)” şekildeki parantez açıklamaları, metnin aslında olmayıp bizim eklediğimiz kısımları içermektedir. Eğik olmayan parantezler ise metnin yazarına aittir.)

Bilim felsefesi, bilimsel araştırmanın unsurlarının felsefi bir perspektifle incelenmesidir. Bu makale, modern bilimin amaç ve pratikleriyle ilgili metafiziksel, epistemolojik ve etik mevzuları tartışmaktadır. Belirli bilimsel disiplinlerin kavram ve problemlerinin ortaya çıkardığı felsefi sorunların çözümü için, biyoloji felsefesi ve fizik felsefesi bölümlerine bakabilirsiniz.

Doğa Felsefesinden (Bilimsel) Metot Teorilerine

Felsefe ve Doğa Bilimleri

Felsefe tarihi, doğa bilimlerinin tarihiyle iç içe geçmiş durumdadır. 19. yüzyıldan çok önceleri “bilim” kavramı günümüzdeki anlamıyla kullanılmaya başladığı zamanlarda, şu anda Batı Felsefesi tarihinin önemli şahsiyetleri arasında sayılan kimseler, genellikle doğa felsefesine (şimdileri “bilim” olarak adlandırılan tahkikat yığınına) olan katkıları bakımından da benzer bir üne sahiplerdi. Aristo (M.Ö.384-322) ilk büyük biyologdu, René Descartes (1596-1650) analitik geometriyi (kartezyen geometriyi) formule etmiş ve ışığın yansıma-kırılma kanunlarını keşfetmişti, Gottfried Wilhelm Leibniz (1646-1716) matematiksel analizin keşfinde rüçhaniyet(üstünlük) kazanmıştı ve Immanuel Kant (1724-1804) güneş sisteminin oluşumu hakkında günümüzde hala mevcut bulunan hipotezin temelini sunmuş bulunmaktaydı. (Kant-Laplace’ın nebular hipotezi)

Ayrıca büyük filozoflar, insanlığın bilgi birikimini yansıtmak üzerine, bilimlerin amaç ve yöntemlerine dair açıklamalar sunmaktaydı; (bu açıklamalar) Aristoteles’in mantık alanındaki çalışmalarından 17.yy biliminin şekillenmesinde rol oynayan Francis Bacon (1561-1626) ve Descartes’ın tasavvurlarına kadar uzanmaktaydı. En seçkin doğa bilimcileri tarafından onların bu derin düşüncelerine katılımda bulunuldu. Galileo (1564-1642), dünyevi cisimlerin ve semadaki varlıkların hareketlerine dair olan kendi argümanlarını, matematiksel yaklaşımın ve deneylerin doğadaki olguları keşfetmede rol oynayabileceği tezine dayanarak destekledi. Benzer biçimde, Isaac Newton’un (1642-1727) dünyanın evrende (bulunduğu) sistemi hakkında verdiği açıklama, kendi metotlarının savunulması ve bilimsel araştırmalar için pozitif bir yaklaşımın ana hatlarının çizilmesiyle sonuçlanmıştı. Antoine-Laurent Lavoisier (1743–94), James Clerk Maxwell (1831–79), Charles Darwin (1809–82), ve Albert Einstein (1879–1955); bunların hepsi, bilimle ilgili girişimlerin karakterine kendi idraklerini katmak şeklindeki bu geleneği devam ettirdiler.

Her ne kadar bazen geçmişteki şahsiyetlerin filozof mu yoksa bilim adamı mı olduğuna karar vermek zor olabilse de – ve aslında eskimiş olan “doğa filozofu” kavramı, bazen iyi bir uyuşma sağlıyormuş gibi görünebilir- 20 yüzyılın başlangıcından itibaren bilim felsefesi, kendisine uygun düşen rolün ne olduğu hususunda kendinden emindi. Bazı filozoflar, doğa bilimlerinde süregelmekte olan problemler (mesela canlılığın temel özelliklerini, uzay ve zamanın karakterlerini keşfetmek gibi) üzerinde çalışmaya devam ettiler. Onlar, uzun süredir seçkin bir çalışma geleneğine sahip fizik felsefesi alanı ve nispeten yeni kurulmuş biyoloji felsefesi, nörobilim ve psikoloji felsefesi alanları gibi birtakım müstakil bilimlerin felsefelerine katkıda bulundular. (zihin felsefesi başlığına bakabilirsiniz). Genel manada bilim felsefesi ise bunlardan farklı olarak Aristoteles’in mantık ve yöntem tartışmalarında başlayan sorgulamaları sürdürerek bilimlerin esas niteliklerini aydınlatmaya çalışmaktadır. Bu (çalışma ise), hali hazırdaki makalenin konusudur.

Mantıksal Pozitivizm ve Mantıksal Empirizm

20 yy başlangıçlarında felsefede (meydana gelen) bir dizi gelişme, İngilizce konuşan dünyada genel bilim felsefesini felsefenin merkezine yerleştirdi. Gottlob Frege (1848–1925) ve Bertrand Russell (1872–1970) (gibi) filozofların ve matematikçi David Hilbert’in çalışmalarında matematiksel mantığın (ya da formal mantığı) eklemlenmesinden ( matematikle mantığın birleştirilmesi) esinlenen “Viyana Çevresi” olarak bilinen bir grup Avrupalı filozof, felsefe tarihine damgasını vuran sonuçsuz tartışmalar ile hayran oldukları bilimlerin kesin başarıları arasındaki farklılıkları tanımlamaya teşebbüs ettiler. Geleneksel felsefi soruların (mesela tümevarım-nedensellik problemi gibi) ve onların önerilen çözümlerinin “anlamsız” olduğunu göstermek amacıyla “anlamlılığın” bazı kriterleri olduğunu öne sürdüler. Felsefenin “gerçek görevinin” Frege, Russell ve Hilbert tarafından formüle edilen saf matematiksel mantığa benzer bir “bilim mantığı” formüle etmek olduğunu öne sürdüler. Mantığın “ışığında” gerçekten verimli (olabilecek bilimsel) araştırmaların (bu suretle) geleneksel felsefenin engellerinden kurtarılabileceğini düşündüler.

Bu cesur programı sürdürmek için “anlamlılığın” keskin kriterleri (nin belirlenmesi) gerekmekteydi. Ne yazık ki, onlar matematiksel mantığı bu kriterleri belirlemek için kullanmaya çalıştıkça, mantıksal pozitivistler (artık bu isimle bilinmeye başlayacaklardı) beklenmedik zorluklarla karşılaştılar. Tekrar ve tekrar, (öne sürdükleri) “umut verici” (mantıksal) önermeler ya geleneksel metafiziğin en bulanık beyanlarının anlamlı sayılmasına izin verecek kadar gevşek ya da bilimlerin en değerli hipotezlerini (anlamlılıktan) hariç tutacak kadar kısıtlayıcıydı. Bu cesaret kırıcı sonuçlarla yüz yüze gelindiğinde, mantıksal pozitivizm, daha ılımlı bir harekete mantıksal empirizme dönüştü. (Birçok felsefe tarihçisi, bu hareketi mantıksal pozitivizmin geç bir versiyonu olarak ele alır ve bu yüzden ona farklı bir adla atıfta bulunmaz) Mantıksal empiristler, doğa bilimlerinin kendilerine has meziyetlerini anlamayı merkezi bir sorumluluk olarak ele aldılar. Aslında onlar; Aristo, Bacon, Descartes ve diğerleri tarafından üstlenilen bir bilimsel yöntem arayışının matematiksel mantığın araçlarıyla daha etraflıca yürütülebileceğini ileri sürdüler. Sadece bilimsel yöntemlerin teorisini (geliştirmenin) felsefeleri için merkezi konumda görmekle kalmadılar, aynı zamanda (geliştirecekleri) bu teoriyi yöntem anlayışlarını belirginleştirebildikleri takdirde tartışmaları çözebileceği ve kafa karışıklıklarını ortadan kaldırabileceği için değerli gördüler.

Keşif, Doğrulama ve Yanlışlama

Keşif ve Doğrulama Mantığı

İdeal bir bilimsel yöntem teorisi, araştırmacıları cehaletten bilgiye yönlendirebilecek talimatlardan oluşmalıydı. Descartes ve Bacon, ara sıra bu düzeyde bir ideal teoriyi öne sürebileceklermiş gibi yazıyorlardı, fakat 20. yüzyılın ortalarından sonra genel kabul, bunun arzulanamayacak kadar güç bir istek olduğu yönündeydi. Hans Reichenbach’ı (1891-1953) müteakiben filozoflar sıklıkla “bilimsel keşiflerin bağlamı” ile “doğrulamanın bağlamı” arasında ayrımda bulunmaya başladılar. Bir hipotez bir kere öne sürüldüğünde, (artık) onun kabul edilip edilmemesi gerektiğini belirleyen mantık kanunları bulunmaktadır, yani doğrulama bağlamında geçerli olan metot kuralları vardır. Halbuki, bir kimsenin doğru bir hipotezi hatta makul ya da verimli (hakkında deney yapmaya elverişli) hipotezleri hazırlamasına rehberlik edecek böyle bir kural yoktur. Mantıksal empiristleri bu sonuca götüren şey, bilimsel keşiflerin hayal gücüne dayalı atılımlarla ya da şanslı kazalarla[1] yapıldığı geçmişteki örnekler üzerine kafa yormalarıydı. Buna dair meşhur bir örnek, August Kékule tarafından öne sürülen, benzen moleküllerinin altıgen yapıya sahip olduklarına dair hipotezdi; ki iddiaya göre (onun zihninde bu hipotez), ateşin karşısında uyuklarken yanmakta olan kömürleri  “kendi kuyruğunu yiyen bir yılana benzer” biçimde görmesi üzerine oluşmuştu.

Bilimsel keşiflerin bir mantığı olamayacağı şeklindeki fikir sıklıkla genel kabul görmüş bir doktrin statüsünde görülse de, bu kabul sorgulanmamış durumda değildir. Sonraki bölümlerde daha anlaşılabilir hale geleceği üzere (Bilimsel Değişimler bölümüne bakabilirsiniz) Thomas Kuhn’un (1922-1996) bilim felsefesindeki etkili çalışmasının çıkarımlarından biri, gelecekteki birtakım bilimsel gelişmelerin bilimsel kanıtlara dair kanılarla (düşüncelerle, yargılarla) iç içe olmasının mümkün olmasıdır. Bu nedenle bilimsel keşifler ancak irrasyonelliğin (yani hipotezlerin mantık kurallarına bağlı olmaksızın geliştirilebilmesinin) “doğrulama bağlamını” da bozduğu kabul edildiği takdirde irrasyonel bir süreç olarak değerlendirilebilir.[2]

Bazen Kuhn’a cevap olarak bazen de bundan bağımsız nedenlerle filozoflar, komplike bilimsel keşif örneklerini analiz etmeye ve bu keşiflere dahil olan bilim insanlarının tanımlanabilir yöntem ve stratejileri nasıl izlediklerini göstermeye çalışmışlardır. Empirist ortodoksisine [3] verilen en iddialı karşılık, aslında tam olarak öncesinde terk edilmiş olanı umutsuzca (tekrardan) yapmaya çalıştı: yani mevcut bilimsel tespitlere yanıt olarak yeni hipotezleri üretmede kullanılabilecek biçimsel prosedürleri belirlemeye (gayret gösterdi). Yani mesela, Amerikan filozof Clark Glymour ve onun çalışma arkadaşları, istatistiksel bulgulara yanıt olarak hipotezler üretmek için bilgisayar programları yazdılar, (bu programlarda) üretilen hipotezler, genellikle istatistiksel verilerde yer almayan yeni değişkenlerin ortaya koyulmasına yönelikti. Söz konusu programlar, sosyal ve doğal bilimlerin zor alanları olarak bilinegelen birçok araştırma konusunda kullanıldılar. Belki de bundan sonra mantıksal empirizm,  “bilimsel keşiflerin bağlamını” belirlemek konusunda kendisini yeterince geliştirememiş durumda (olduğu anlaşıldı); onun felsefi analiz kapsamından bağımsız olarak.

Bunun aksine, mantıksal empiristler “bilimsel doğrulamanın” (nasıl olacağı) sorunu üzerine çok ciddi biçimde yoğunlaştılar. Bilim felsefecileri; Frege, Russell ve Hilbert’in belirli koşullar altında birtakım öncüllerden tümdengelimle onların sonuçlarına kesin biçimde nasıl ulaşılabileceğine yönelik verdikleri tanımlamalardan ilham alarak, bilimsel bir hipotezi destekleyen kanıtlardan oluşan bir kümenin benzer biçimde hangi koşullar altında (bizi doğru sonuca götüreceğini) tanımlayacak bir “doğrulama mantığı”nı öne sürmeyi umuyorlardı. Elbette ki onlar, ısı verildiğinde metallerin genişlediğine dair verilen bir dizi deneysel raporun, “tüm metaller ısıtıldığında genleşir” şeklindeki genel bir sonucu tümdengelimli olarak ima edemeyeceğinin farkındaydılar- çünkü tüm bu raporlar doğru olsa bile hemen sonrasında incelenecek herhangi bir metalin ısı verildiğinde genleşememesi yine de mümkün olacaktı. Her şeye rağmen yine de yeterince geniş ve yeterince çeşitli raporlar derlemesinin [4] genellemeler için bir miktar destek, hatta güçlü bir destek sağlayacak gibi görünmekteydi. (Onlara göre) felsefi görev, (her şeye rağmen sınırlı olan deneylerden kesin sonuçlara varılabileceği şeklindeki) sezgisel kanıyı, (mantıksal açıdan) kesinleştirmekti.


[1] Ç.N: Şanslı kazalara örnek olarak Alexander Fleming’in ilk antibiyotik olan penisilini, bakteri kültürünün penisillum isimli küfün çevresinde çoğalabildiğini, öncesinde böyle bir deney kastında olmamasına karşın gözlemleyebilmesini örnek verebiliriz.

[2] Ç.N: Bir başka deyişle, eğer bilimde hipotezlerin herhangi bir mantıksal dayanak olmaksızın öne sürülebildiğini kabul edersek, bu takdirde söz konusu hipotezleri doğrulamak hususunda da mantıksallıktan bahsedemeyeceğimizi ve “doğrulama bağlamını”nın mantıksal geçerliliğini yitireceğini söyleyebiliriz.

[3] Ç.N: “Empirist ortodoksisi” kullanımı,  bilimin bütün bileşenlerinin (yani hipotezleri deneylerle sınamak olduğu kadar onları üretme usullerinin de) mantıksal yasalar ve deneyler aracılığıyla tanımlanabileceği ve bu tanımlamanın haricinde kalanların bir “saçmalık” olarak bilimden dışlanabileceği savunan görüşe karşılık gelmektedir. Bu fikirden etkilenerek geliştirilen bilgisiyar programlarının beklendiği gibi hipotezler üretememesi sonucunda empirist görüşün, hipotezlerin ortaya çıkışını yalnızca mantığa dayanarak açıklayamadığı görüldü.

[4] Ç.N: Metindeki örnekten devam edecek olursak metallerin ısı verildiğinde genişlediğine dair çok sayıda ve çok farklı koşullar altında (yani farklı basınçlar altında, farklı konumlarda ve farklı metal çeşitleri için bu deneyler sürdürüldüğünde) deneyler yapıldığı takdirde tümevarımsal genellemelerin yapılabileceği düşünülmekteydi. Mantıksal empiristlerin bu görüşü, özellikle Karl Popper’ın eleştirileri ve kendilerinin tümevarımla kesinliğe ulaşan bir yöntem bulmaktan aciz kalmalarıyla akîm kaldı, başarısızlıkla sonuçlandı. Popper’ın kuğu örneği, basitçe ancak sonsuz sayıda gözlem yapıldığı takdirde “yeterince” gözlem yapılmış olunabileceğini savunmaktaydı.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s